Kendi kendimi soktuğum iş yoğunluğundan ötürü son birkaç
aydır İstanbullu Gelin dahil hiçbir işi doğru düzgün izleyemedim. Hadi itiraf
edeyim, imkan bulduğum kimi zamanlarda da bilhassa Esma’nın hastalığı sebebiyle
nahoş sahnelere denk gelirim diye korkumdan televizyonun karşısına pek
geçmedim. Bu sırada nefis şeyler kaçırdığıma da eminim ama can acıtıcı
şeylerden de uzak durmak istiyordum. Nitekim bir Cuma akşamı, genç Esma ve
Garip’in kaçma sahnelerini hayranlıkla, dibim düşerek izlerken birden şimdiki
Esma’nın, babasının adını verdiği oğlu Faruk’a “Baba!” diye seslendiği anı
görünce çekincemde haklı olduğumu da gördüm. Yanlış anlaşılmasın; duygusu,
oyunculukları, fon müziği, görselliği ve içeriğiyle dört dörtlük bir sahneydi,
ona hiç lafım yok. Fakat öte yandan oldukça ciğer sökücü bir sahneydi ve
kişisel olarak beni haddinden fazla etkilediği için kumandayı usulca yere
bırakıp uzaklaştım oradan.
Yine de bu süreçte elimi ayağımı da tamamen çekmiş değildim.
Fragmanlar, ön izlemeler, salonun önünden geçerken gözüme çarpan sahneler,
Cumartesi sabahı kahvaltı ederken “Ee Faruk ve Süreyya ne yaptı dün akşam?”
soruma cevap veren annemin anlattıklarıyla genel gidişat hakkında bir fikrim
var. Fikret ve İpek’in yaşadığı gelgitleri, Özgür’ün koca bir yanlış anlaşılmayla
yol açtığı depremi, Emir’in gidişini, hayatımızdan bir Anastasia’nın gelip
geçtiğini biliyorum. Fakat Süreyya’nın yavaş yavaş karanlığa gömülüşünü adım
adım izleyemedim. Bu yüzden haftaki fragmanı görünce, önceki bölümlerin
videolarında Süreyya’nın izini sürüp kabuslarını, sorularını, kuşkularını
izledim. Ve Cuma akşamı da bile isteye, bu işin nereye varacağını merak ederek
geçtim ekran başına.
"Az mıyım, çok muyum?/Var mıyım, yok muyum? Ben neyim?"**
Süreyya güçlü bir kadın. Ben onu hep kadife eldivenin içinde
demir yumruk diye tarif ediyorum; hem yumuşak ve zarif hem de oldukça dirayetli. Hayatta başına gelen maddi zorluklara karşı mücadele edecek gücü hep
var. Maddi zorluklardan kastım parasal konular değil. Daha somut, daha
dışarıdan gelen darbeleri ifade etmek istedim. Evet, zorluklara karşı güçlü
duran bir tarafı hep var ama duygusal dünyası da bir o kadar hassas. Bu nedenle
de içerden gelen, manevi sıkıntıları göğüslemek konusunda aynı başarıyı
gösteremiyor. Kalbi kırıldığı, kendisine özen gösterilmediğini düşündüğü
zamanlarda bunun tamiri daha zor oluyor. Yaşadığı duygusal çalkantılar için, “Ne
var canım bunda? Süreyya da abartıyor artık. Şımarıkça davranıyor.” diyenler
olabilir belki ama Süreyya’nın manevi açıdan kırılgan ve hassas karakterini göz
ardı etmemek lazım. İçli ve ince ruhlu olması onun hem avantajı hem de
dezavantajı. Böyle insanlar etrafındakilerin duygusal dünyalarını daha iyi
anlar, yeri geldiğinde onlara yardımcı olur. Öte yandan daha vurdumduymaz
insanları etkilemeyecek kimi ayrıntıları kafalarına takarlar, kolayca “Amaaan,
salla gitsin!” diyemezler. Ayrıntı denilerek göz ardı edilen kimi konular da
işte o demirde minik çatlaklar yaratır. Demir yine güçlüdür, işlevini yerine
getirir fakat kullanıldıkça çatlağın boyutu da büyür.
Süreyya’nın geçmişine dair derdi bence sadece “istenmemek”
değil. Bu bilgiyle büyümüş bir insan olsa belki bu yaşa kadar bunu hazmeder,
buna takılmamayı öğrenir ve üstünden atlardı. Ki ben Süreyya’nın annesinin
sahiden de onu doğurduğuna pişman olduğunu düşünmüyorum. Annesinin günlüğüne
yazdığı sözler; çocuğuna daha düzenli bir hayat veremediği, onu bu hayat
koşturmacasının içine doğurduğu ve bu yüzden de çocuğuyla yeterince
ilgilenemediği için pişmanlık ve vicdan azabı duyan, hayat yorgunu bir kadının
kendi kendine serzenişleriydi muhtemelen. Yine de böyle bir şey duymak her
insanı bir miktar kırar. Hele de Süreyya gibi duygusal yönden narin bir insanı,
“bir miktardan” biraz daha fazla kırar. Yine de onu korkutup yataklara düşüren
tek şey bu değil, bunun yanı sıra zihninde oynadığı oyunun boyutu.
“Ne güzel anımsarız geçmişi,
kendi yalanımızla.
Uysal bir geçmiştir,
iyi şeyler kalmıştır aklımızda.
(…)
Geçmişle bugün arasında
tek bildiğim kendimdir.
Ve kendim, belki hiç bilmediğim
Nasıl da eskimiştir…”*
Yaşama devam etme gücünü, hayata karşı direncini anne
babasının öğretilerinden almış/aldığını düşünmüş, sıkıştığı zaman onların öğütleriyle
yolunu aydınlatmış bir insan için, bu çift yönlü bir darbe. Birincisi, bunların
gerçek olmadığının şokunu yaşıyor. Çocukluk anılarının gerçek olmayışı, kimi
şeyleri kendi kafasında kurgulamış, değiştirmiş olması çok da normal
karşılanabilecek bir durum değil. Mental bir soruna işaret ediyor olabilir. Öte
yandan bundan sonrasında yolunu nasıl bulacağına dair kafası da karışmış
durumda. “Hiçlikler içinde kanayan
yürek/Yokluklar içinde savaşan beden/Boşluklar içinde karışan zihin/Güçlükler
içinde değil miyim?”** Süreyya’nın hayatını inşa ettiği temelleri kendi
kafasında kurgulamış olmasının, temel sarsılınca bütün hayatın da yerinden
oynamasının, kaldırılması zor bir şey olduğunu tahmin edebiliyorum. Böyle bir
şey belki bir başkasını bu kadar derinden etkilemezdi. Fakat hislerini daha
derin ve coşkulu yaşayan, duygusal dünyası geniş Süreyya etkilenir.
İnsan bazen bildiği şeyleri yine de duymak istiyor. Sevildiğini,
özlendiğini, arzulandığını, takdir edildiğini duymak insana güç, motivasyon ve
mutluluk veriyor. O yüzden Faruk’un sürprizine bayıldım. İlk defa Faruk’a
takacak kulp bulamadım diyeyim, siz anlayın. Süreyya’nın, geçmişin sancılarını
hafifletecek kadar sağlam bir bugüne ve bu sayede de geleceğini
şekillendirebilecek güce sahip olduğuna inanıyorum. Bu nedenle hikayenin en
azından onun açısından karanlık bir sona bağlanmasını istemiyorum. (Gerçi benim
en son, mutlu son beklediğim dizi olan Kara
Sevda’da başrol erkek karakter mayın patlaması sonucu öldü ya, neyse…) Çünkü
ben bu hikayeyi; günün sonunda her şeye rağmen mutlaka bir umut ışığı yaktığı,
gözyaşlarımıza kıyamayıp illa ki dudaklarımıza bir tebessüm yerleştirme gayreti
için sevdim. İçe dokunan, düşündüren, hüzünlendiren, mutlu eden tüm sahnelerinle,
karakterleri alıp yanımızdaki koltuğa oturtacak kadar sahici oyunculuklarınla
ve kırmızı balonlarınla iyi ki varsın be İstanbullu
Gelin. Finale giderken bizi fazla hırpalama olur mu?
*Metin Altıok, Nasıl da eskimiştir
**Candan Erçetin, Ben kimim?