Oyun bizlere pek çok
soru soruyor, bazılarını kendisi yanıtlarken bazılarını da bize bırakıyor. İlk
soru, elbette, "Neden intihar etmemeliyiz?" sorusu ve buna verilen
yanıtı önceki sayfada paylaşmıştım. İkinci büyük soru, oyun boyunca sıkça tekrar
edilen, "Kurt neden ot yemez?" sorusu. Bunun da net bir yanıtı var
oyun içinde.
"Kurt ot yemez,
bunu onun için koyunlar yapar. Bizimle ilgisi nedir? Biz koyunuz, hayatımız
boyunca kurtlar için otladık. İnsan derisine bürünmüş kan emici canavarlar
için! Canavarlar ayaklarımızı, gözlerimizi, böbreklerimizi yediler, kanımızı
emdiler! Çocukluğumuzdan beri..."
Hepimizin sistemin
birer çarkı olduğunu söyleyen bu cümlelerin, konusu intihar olan bir oyundaki
yeri nedir peki? Benim yanıtım, intihar eyleminin de çeşitli biçimlerde sisteme
hizmet ediyor olması. İntihar hiçbir kültürde kabul görmeyen bir eylem. Dolayısıyla intihar
edeni ötekileştirmek, marjinalleştirmek çok kolay. Böylece sistemin sorunlarını
intihar eden (ya da intihara teşebbüs eden) bireylerin üzerine atıp sistemi
temize çıkarmak da mümkün. İntihar teşebbüsü, ona tanık olanlar için kahraman
olma imkânı demektir, bu da sistemi olumlamadan mümkün değil. İntihar eden
kişinin sorunları da yanına götürdüğü algısı, geride kalanlara bir tür
rahatlama sağlayabilir, bu da kalanların sisteme hizmet etmesinin devamını
sağlar. Oyunun "İnsanlık Tarihi" temalı şarkısı da sanki bunları
söylüyor satır aralarında.

Şarkı demişken,
gerek oyunun tema müzikleri, gerekse oyuncuların şarkı ve enstrümanlarla oyun
içinde yaptıkları müzikler yerli yerinde ve oyuna hizmet eden eserlerdi. Hem
oyunun ve karakterlerin dertlerini anlatmayı, hem de acının içindeki umudu,
direnişi göstermesi bakımından anlamlıydı müzik. Titanik filminde, gemi
batarken çalmayı bırakmayan müzisyenleri hatırlattı bana bu tavır: Her şeyin
sonuna gelmiş olabiliriz ama bu, son anlarımızı güzel yaşamamıza engel değil.
Bir diğer soru,
sağlığın her şeyden önemli olup olmadığı sorusu. Sağlıklı bir bedene sahip olan
bir insanın hayattan şikâyet etmeye hakkı var mıdır, yoksa sağlığını kaybetmiş
olan biri, sağlıklı birine göre daha mı haklı olur intiharı düşünmekte? Oyun içinde bu sorunun yanıtı bence biraz belirsiz kalıyor, ama aklımızda bir soru işareti kalmıyor, zira eminim hepimizin zaten bir yanıtı var bu soruya.
Ve elbette aşk
sorusu var, aşkı bulan nasıl düşünebilir bu dünyadan gitmeyi, sevdiğini üzmeyi,
geride bırakmayı? Ki benim en çok haklı bulduğum fakat genelleme yaparak
yanıtlayamadığım soru da bu.
Bütün gerçekçiliğine
ve sorduğu bu büyük sorulara rağmen oyun asla kötümser bir mesaj vermiyor.
İntihara meyleden hassas insanların dünyayı kötülere bırakmamaları gerekir;
dertlere akıtılan gözyaşlarında, bu farkındalıkta umut gizlidir; sağlıklı bir
bedende, sevebilen bir kalpte henüz açılmamış kapılar, çıkılmamış yollar vardır
ve izleyenlerin kendilerince bulacakları başka başka sebepler var yaşamak için.

Oyunun ilk iki
bölümünde de zaman zaman oyundan çıktığımız, bütün izlediklerimizin kurgu
olduğunu hissettiğimiz anlar oluyor, fakat üçüncü bölümde, oyunun
gerçekliğinden tiyatro sahnesinin gerçekliğine geri dönülmez bir geçiş yapıyor,
sahnedekilerin birer 'karakter' değil 'oyuncu' olduklarını görüyoruz. Metinde
oyuncular, dekorsuz ama dekor varmış gibi oynamaktan şikâyet ediyor, yönetmene
çıkışıyorlar. Bu durum, oyuncuların karakterlerinden çıkmasından daha
şaşırtıcıdır, çünkü zaten tiyatroda her şey, "mış gibi"dir.
Oyuncularla seyirciler arasında, "mış gibi" yapılan şeyin gerçekliği
üzerine anlaşılmıştır, oyun ancak böyle başlar ve oyuncu bize bunun gerçek
olmadığını söyleyene kadar biz seyirciler dekorun eksikliğini düşünmeyiz bile.
Burada bir parantez
açıp, Barış Dinçel konusuna geri dönmem gerek. Dinçel öyle bir dekor yapmış ki
oyuna, oyunun içindeki tüm diğer oyun ve hareketlere yer açan, yönetmenin
metinle biraz oynaması ve oyuncuların başka bir şeylerden şikâyet etmesini
sağlaması gerekmiş. Ya da belki, Barış Dinçel'in harikalar yaratacağını
bildiğinden, oyunu dekorsuz ya da minimal bir dekorla sunmayı hiç düşünmemiş.
Genellikle bu türden değişikliklerden hoşlanmam, metne sadık kalınsın isterim
ama izlediğim şeyden, son bölümdeki dönüşümden o kadar memnunum ki
mızmızlanamıyorum bile.
Zaten metnin asla
değişmemesi gereken ve elbette değiştirilmemiş olan son cümlesi de ben gibileri
susturacak nitelikte: "Her şeye rağmen burası tiyatro." Yasaklara,
baskılara, imkânsızlıklara, ciddiyetsizliklere, kötülüğe, çürümüşlüğe, yaşamın
anlamsızlığına, dekorsuzluğa, işini savsaklayan yönetmene, egosundan
sıyrılamayan oyuncuya, mızmız seyircilere rağmen burası tiyatro, burası yaşamak
ve yaşatmak zorunda. Burası bize, yalnızca seyirciye de değil, yönetmenine,
oyuncusuna, ışıkçısına, gişe görevlisine, herkese birden ayna tutmak ve zaman
zaman o aynanın da ötesine geçmek zorunda.