Büyük bir Marvel fanatiği olarak Netflix ile yapılan anlaşma
duyurulduğunda sevinçten yerimde duramadığım daha dün gibi aklımda.
Spider-Man’den sonra en sevdiğim çizgi roman karakteri olan Daredevil’i, o
dönemde yıldızı iyiyden iyiye parlamakta olan Netflix’te izleyecektim. Ardından
yine çok sevdiğim Jessica Jones, pek
ilgilenmediğim Iron Fist / Luke Cage ve
MCU formülünü yineleyecek, tüm karakterleri bir araya getirecek The Defenders da gelecekti. Daha ne
olsundu?!
Sonra seçilen oyuncuları tek tek duymaya başladık. Benim
için en önemli oyuncu seçimleri elbette Matt Murdock ve Jessica Jones’a hayat
verecek isimlerdi. Bana bıraksanız, Charlie Cox ve Krysten Ritter’dan daha iyi
isimler bulamayacağımdan emin gibiyim.
Her şey yolunda gidiyordu, heyecan doruktaydı… Ta ki Daredevil’in ilk sezonu yayınlanana
kadar. Whedonverse üyesi Drew Goddard’ın projede geri plana atılmasına üzülmüş,
ama çok takılmamıştım. Fakat karşımda, çocukluğumdan beri okuduğum karakteri The Dark Knight furyasına kurban eden,
dibine kadar karanlık ve mizah duygusundan yoksun, Korkusuz Adam’ı anlamamış
bir iş vardı. Yine de daha önce bize karakteri kanlı canlı izleten film
düşünüldüğünde, şükredip susmayı tercih etmiştim. Dizide sevdiğim şeylere,
örneğin MCU’nun gerçekten iyi ender kötü adamlarından birine, odaklanarak ilk
sezondan sağ çıkmıştım.
Jessica Jones’a
cebimde bu hayal kırıklığıyla, temkinli başlamıştım. Muhteşem fragmanını
defalarca izlemiş, David Tennant’ın çıkartacağı kötü adamın kim bilir ne kadar
muhteşem olacağına kendimi hazırlamış, haksız çıkmadığım için de çok mutlu
olmuştum. Ritter da Jessica’yı oynamamış, adeta özümsemişti. O bıkkınlığı, o
rahat bırakılma arzusunu, Purple Man’e karşı duyulan o sonsuz korkuyu… Hepsini iliklerimize
kadar hissedebiliyorduk. Dizi, şimdiye kadar çıkan tüm Netflix Marvel sezonları
içinde hala en eli yüzü düzgün, en derli toplu sezonu izletti bize. Evet,
meşhur Netflix lanetinden o da nasibini almıştı ve sezonun ortalarında 13
bölümü göreceğim diye epey top çeviriyordu. Ama diğerlerinin aksine, öyle ilgi
çekici bir dünya kurmuştu ve içini öyle başarılı karakterlerle doldurmuştu ki;
bu durum, diğerlerine verdiği hasarı Jessica
Jones’a veremiyordu.
Malumunuz, Jessica Jones daha önce kostümlü bir süper
kahramanken bu pozisyonun verdiği sorumluluğu taşıyamayarak her şeyi geride
bırakmış ve kendine özel bir dedektiflik bürosu açmış bir kadın. Brian Michael
Bendis tarafından yaratılan karakter ilk olarak 2001 yılında yayımlandı. Eğer
diziyi seviyorsanız 28 sayılık o seriyi okumanızı şiddetle tavsiye ederim.
Şimdilerde devam eden seri de fena gitmiyor diyebilirim.
Dizinin ikinci sezonuna gelecek olursak, Jessica Jones’un hala Netflix Marvel
zincirinin en hayat dolu, en yaşayan ve en gerçek halkası olduğunu gönül
rahatlığıyla söyleyebilirim. Yine Jessica’nın içinden doğan bir çatışmayı
merkeze alma tercihi de çok doğru bir karar olmuş. Çünkü Jessica çok fazla
açıkları ve yaraları olan, düşünce yapısını çözmek ve şimdi ne yapacağını
tahmin etmeye çalışmak fazlasıyla keyif verici bir karakter. Çatışma ne kadar
kendi derinlerinden geliyorsa, bize izlettiği macera da o kadar ilginç ve
şiddetli bir hal alıyor. İlk sezon, kadın bir süper kahraman hikayesi olmasıyla
ve işlediği temalarla çok iyi bir iş çıkarmamış olsaydı bile hem eleştirmenler,
hem seyirci iyi niyetle diziye başladığı için nispeten olumlu yorumlar alacaktı.
Üzerine bir de, hataları olsa da, iyi bir iş çıkınca, toplanan o kadar övgüyü
sonuna kadar hak etmiş oldular. Bu sezon da, Jessica gibi bir karakter için çok
doğru bir konu tercihiyle yol haritasını çizmiş. Güncel feminist söylemler,
güçlü kadınlar ve sağlam alt metinli mizansenler yine mevcut. Aslında uzun
lafın kısası, Jessica Jones ilk
sezonunda neyi çok iyi başardıysa, hala o konuda yüksek performans sergiliyor
diyebiliriz. Asıl mesele, ilk sezonun problemlerini çözüp çözemediğinde.
Hikayenin sonlara doğru top çevirmeye başladığı ilk sezondan
sonra yazarlar belli ki bu yıl bölümleri daha sağlam, düzgün ilerleyen
kısımlara ayırmayı denemişler. Ancak ne yazık ki bu çaba, sezonun epey temposuz
başlamasına sebep olmuş. Jessica zaten tanıdığımız ve sevdiğimiz bir
karakterken onu bize yeniden tanıtmaya, dünyayı yeniden kurmaya ne kadar gerek
vardı, emin değilim. Ancak diziye asıl zarar veren bu boşa vakit kaybı değil,
sonrasında asıl hikayeye girdiğimizde bir türlü hızını arttıramaması. Bu sezon,
ailesinin canını alan araba kazansından sonra üzerinde yapılan deneyler
sayesinde hayatta kalan ve süper güçlere kavuşan Jessica’nın geçmişiyle
yüzleşmesini izliyoruz. Sıkıntı, adım adım çözülmesi gereken gizemin giriş ve gelişme
kısımlarının haddinden fazla uzun sürmesi. Gizem dolu bir polisiye hikayeyle
sahneye çıkılıyorsa, temponun birçok şeyden önemli olduğu anlaşılmalı ve sezon
ona göre tasarlanmalı. Hangi bölümde, hangi sahnede hangi gelişmelerin olacağı;
bir sonraki açıklamanın ne kadar süre sonra geleceği; seyircinin oyuna hangi
anlarda ne kadar dahil edileceği gibi pek çok ince ayar gerektiren şeyle
uğraşmak gerekiyor. Jessica Jones ikinci
sezonunda bunu pek başaramamış gibi duruyor.
Fragmanın finalinde Purple Man’i gösterdiklerinden belki de,
olayın oraya nasıl bağlanacağı merakı ve sabırsızlığıyla dizinin anlatmaya
çalıştığı hikayeyi reddediyoruz. Çünkü biliyoruz ki, ilk sezonda tanık olduğumuz
üzere, tek bir kötüye odaklanmış iyi bir hikaye, şu anda izlediğimizden çok
daha ilgi çekici olacak. Dolayısıyla Alias Investigations’ı bünyesine katmak
isteyen Cheng’e ya da Jeri’nin yaşadıklarına ilk başta zaman kaybı olarak
bakmamak elde değil. Asıl olaya nasıl dahil olacaklarını çok geçmeden kolayca
tahmin ettiğinizde de bu tatsızlık hissi geçmiyor. Geçen sezon ana hikayenin
sezona yayılabilmesi adına tolerans gösterdiğimiz şeyler, ana hikaye bizi
yeterince güçlü yakalamayınca, yutulması daha zor bir hap olarak karşımıza
çıkıyor.
Hikaye zaman zaman ilginçleşmeye ve derinleşmeye başlasa da;
tam havaya girip kendinizi ona teslim etmeye kalktığınızda henüz doldurması
gereken on bölüm daha olduğunu hatırlayıp frenlere basıyor. Siz bir sonraki gaz
köklemesini beklemek durumunda kalıyorsunuz. Kendimi olacakları merak ederken
ve Netflix’in tam istediği kıvama, “binge watch” kıvamına, gelmişken bulduğum
anlar olduğunu itiraf etmeliyim, özellikle de üçüncü bölümde. Eleştirmenlere
sadece beş bölüm verildiğinden, sezon ilerledikçe daha yüksek viteslere geçecek
miyiz bilmiyorum. Hikayeyi bıraktığım noktadan gerisini merak ediyor olmam
şimdilik benim için yeterli, diziye devam edeceğim. Ama 8 Mart’ta altıncı
bölüme kavuşmayı yana yakıla beklemiyor olduğum için de canım sıkkın doğrusu.