Phoenix (2014)
filmiyle toplama kamplarından sağ kurtulanların hikayesini anlatan Christian Petzold yeni filmi Transit (2018) sürgünde olanların,
savaştan kaçanların, hayatta kalmak üzere göç edenleri, zaman kavramını yok
ettiği bir senaryo içinden aktarıyor. Bir Suriyelinin, Doğu Blok’undan kaçan
bir komünistin, Nazi Almayasından kaçan
bir Yahudi’nin hikayesi aslında Transit,
özgürlük kavramının sınırlarını gözler önüne seren bir hikaye…
Paris sokaklarında başlıyor film, Paris sokaklarında
polisten kaçan, yasal olarak orada bulunmaya hakkı olmadığı gibi hükümet
tarafından da aranan Almanlarla olu Paris sokaklarında… Polis Paris’te sokak
sokak, ev ev dolaşıp kaçakları arıyor, aynı Nazi Almanyasında Yahudileri
aradıkları gibi, şimdi de Paris’te kaçak avlıyorlar. Her ne kadar faşistlerden
kaçtığını söylese de kaçaklar, faşistin kim olduğu, dünyada neler olup bittiği
söylenmiyor izleyiciye. Yalnızca kaçmaya ve hayatta kalmaya çalıştıklarını
biliyoruz günümüzde geçen bu hikayede.
Franz Rogoswki sinemanın yeni yıldızı olma yolunda emin adımlarla yürüyor...
Kahramanımız Georg’un (Franz
Rogowski) Paris’ten çıkmaya pek niyeti yok esasen. Sokak aralarında, çöp
kutularında, çıkmaz sokakların ücra köşelerinde ya da boş apartman dairelerinde
saklanabileceğine inanıyor içten içe, tıpkı Piyanist
filminde olduğu gibi, hayatta kalabileceğini sanıyor. Ancak bir arkadaşına
yardım etmek, ölmek üzere olan yaralı dostunu şehirden götürüp karısına
kavuşturmak üzere şehirden onunla birlikte kaçıyor. Yolda hayatını kaybeden
arkadaşını geride bırakıp yeni geldiği şehirde bir başkasının hayatını yaşamaya
başlıyor. Şans eseri karşısına çıkan bu yeni hayatla birlikte bir göçmen
olmasına karşın vizesini de alıyor, pasaportunu da. Meksika’ya kaçmak üzere
trenini beklerken kendi gibi kaçmaya çalışan yeni insanlarla tanışıyor. Onları
hikayelerine kulaklarını tıkasa da karşısına çıkan bir kadının, yolunun sürekli
kesiştiği bir kadının ardından bir maceraya sürükleniyor. Tesadüflerle, şansla
ve de şanssızlıklarla dolu bu hayatta kalma mücadelesinde, bu durakta seçimler
yapıp, kararlar alması gerekiyor.
Transit filminde Christian Petzold yine bir aşk
hikayesini merkeze koyuyor. Ancak bu aşk hikayesi çerçevesinde sisteme, hayata
ve geçmişten bugüne sürmekte olan iktidar kontrolünde olma halini, bir çoban
köpeği değil bir kuzu/koyun olma halini ele alıyor. Suriyelileri ve vatanlarını
bırakıp kendi ülkelerine göç edenleri anlamakta zorlanan, eleştiren, onlara
birer böcek gözüyle bakan insanlara, hükümetlere ve dünyaya, anlayabilecekleri
bir dilden göçü anlatıyor. Nedenine, nasılına bulaşmıyor, hikayeleştirip
öznelleştirmiyor. Kimlik vermediği, sıradan birinden öteye götürmediği
karakterleriyle Avrupalılara göç meselesini anlayacakları dilden, kendi
tarihlerinden uyarladığı bir hikayeden anlatıyor. Franz Rogowski’nin göz doldurduğu, Paula Beer’ın ise Frantz’taki
performansını sürdürüyor. Oyunculuklarıyla olmasa bile (zira oyunculuklar değil
hikayenin kendisi yer alıyor ön planda) senaryosuyla, anlatımıyla ve senaryonun
temelini oluşturan dahiyane fikriyle (Avrupalı’ya Avrupa tarihinden bir hikaye
ile anlatmak) Berlin Film Festivali’nin
kazanı olma yolunda emin adımlarla yürüyor. Kısacası Altın Ayı sahibi buldu
diyebiliriz.