Üçüncü günle birlikte Berlin’de festival havası oluşmaya
başladı. Basın mensuplarının sayısı arttı, Berlinale merkezi olarak da bilinen
Postdamer Platz’taki hareketlilik önceki günleri ikiye hatta üçe katladı.
Uzayıp giden bilet kuyrukları, insan kalabalığı… İğne atsan yere düşmeyecek
neredeyse, salonlarda boş koltuk bulmak her geçen gün daha da zorlaşıyor adeta.
Kısacası hafta sonunun gelişiyle birlikte Berlin gerçekten de Berlin Film
Festivali’ne yaraşır bir havaya büründü sonunda.
Pek sevmediğim bir
Berlinale geleneği…
Dürüst olmak gerekirse üçüncü kez katıldığım Berlin Film
Festivali’nde sabahları genellikle izleyicinin pek de merak etmeyeceği filmleri koyuyorlar basın gösterimlerine. Her ne kadar Ana Yarışma kategorisinde yer
alıyor olsalar dahi, filmler arasında bir tercih yapıyorlar, programı da en az
rağbet gösterilen filmi insanların uyanmakta zorlanacağı yapımları sabaha
koyarak hazırlıyorlar. Ancak kimi zaman bu filmler insanı şaşırtabiliyor.
Sergei Dolatov'u canlandıran Milan Maric en iyi erkek oyuncu ödülünü sonuna kadar hak ediyor.
Biyografi dediğin böyle olur: Dovlatov
Yalan söyleyerek kendimi kandırmama gerek yok, belki de
yaşım itibariyle ya da tümüyle ilgi alanlarımdan kaynaklı, Sergei Dovlatov ismine daha önce hiç denk gelmedim 22 yıllık
hayatım boyunca. Hatta konusuna bakamadan salona daldığım filmin bir biyografi
olduğunu anlamam için epey zaman geçmesi gerekti. Dovlatov filmi adından da anlaşıldığı üzere yazar Sergei Dovlatov’un
hayatını anlatıyor. Ancak Hollywood yapımı biyografilerden farklı olarak Dovlatov daha çok The Happiest Day in the Life of Olli Mäki’yi andırıyor, açık ve
net. Bizleri karakterin dünyasına, oturuşuna kalkışına boğmuyor, aksine bizleri
onun yaşadığı hayata konuk ediyor. Onun doğduğu, büyüdüğü, yaşadığı hayatı,
çevreyi gösteriyor bizlere. Soğuk Savaşı’n sonlarına, Leningrad’a götürüyor
film izleyenleri. Sovyet hayatını, Rus tarihinin ve edebiyatının bir yarış
(Soğuk Savaş) uğruna nasıl yok olduğunu gözler önüne seriyor. Yalnız edebiyat
hayranlarının değil, hayata karşı ilgisi olan herkesin gözünü ayırmadan izleyeceği
bir biyografi. Sergei Dovlatov’a hayat veren 28 yaşındaki Milan Maric’e ise
hayran kalmamak elde değil.
Altın Ayı’nın en
güçlü adayı belli olmuş olabilir mi?
2014 yılında İstanbul Film Festivali’nin Uluslararası Yarışma
kategorisinde yer alan Phoenix
filmiyle izlediğimiz Christian Petzold,
yeni filmi Transit ile yine arada
kalmışların öyküsünü anlatıyor bizlere. Ancak bu sefer geçmişe değil, bugüne
götürüyor bizleri, günümüze. Son yılların ana meselesi göçü ve göçmenliği konu
alan Transit filmi bize bugünün
içinden geçmişin hikayesini anlatma yoluna giderekse göçmenliğin zaman kavramı
dışında yer alan bir mesele olduğunun altını renkli kalemlerle çiziyor. Petzold
aslında bizlere Suriye’dekilerin, Suriye’deki hayatlarını bırakıp göç etmek
zorunda kalanların bugün yaşadıklarını, Nazi Almanya’sından kaçan Yahudiler,
Rusya’dan kaçmaya mecbur bırakılan komünistler üzerinden ne de güzel anlatıyor.
Ne olduğunu bilmiyoruz, yalnızca faşistlerden kaçtıklarını biliyoruz, faşistin
kim olduğunu da, faşist tanımının nasıl doldurulduğuyla da ilgilenmiyoruz. Transit filminin tek derdi “hareket”
edebilmek için bürokratik süreçleri, engelleri aşmak zorunda olan insanlar.
Kimi bu uğurda can veriyor, kimi kısır döngüye girmiş adeta, arafta bekliyor,
kalan bir iki şanslı kişi de utana sıkıla hayatta kalma lüksünü yaşıyor. Benim
gözümde şimdiye dek festivalin en iyi filmi.
Eva (Isabelle Huppert) ve Bertrand (Gaspard Ulliel)
Sanırım Isabelle Huppert’ten sıkıldım artık...
2016 yılında L’avenir,
2017 yılında Barrage, şimdi de Eva… Ben görmekten sıkıldım, o gelmekten
sıkılmadı Berlinale’e, hani bir de şöyle kallavi bir gelse keşke, hepsini
Cannes’a saklıyor valla… Eva da yine ortalama bir film, Isabelle Huppert
filmografisinin hafızalarda yer etmeyecek filmlerinden biri. Konusu ise trajik.
Bir hırsız, hayatını başkasının emeğini çalarak kazanmış bir yazar, gerçekten
yazar olmaya karar verir. Ama yazar değildir o, hikaye bulamaz, üretemez.
Baskıyı üzerinde hissettiği vakit karşısına bir kadın çıkar, Eva. Bir hayat
kadını, ama bildiğiniz hayat kadınlarından değil. Soğuk, zarif, buz gibi, kibar
ve umursamaz. Sanki yaptığı işin kadını değilmiş gibi. Film de bunu anlatıyor bize,
acaba yazarımız oyununu yazabilecek mi, sonu ne olacak. Filmde de geçtiği gibi,
bu bir oyun, tiyatro oyunu aslında, tek hedefi de izleyiciyi merakta bırakmak,
gerisi de yönetmen için pek mühim değil…