Anton Çehov’un Dört Büyükler’inin ilki ve nazarımda en
kıymetlisi Martı, Serdar Biliş’in
özenli rejisi ve alışılmadık yorumuyla, İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından
düzenlenen 21. İstanbul Tiyatro Festivali’nin açılış oyunu olarak perde açtı. Serdar
Biliş ve ekibi, sahneye sırtlarında festivalin yükü ve organizasyonun
eksikleriyle çıkmalarına rağmen çiçek gibi bir temsil izlettiler bize.
Herkesin anlaşılmak istediği ama kimsenin
karşısındakini anlamaya çalışmadığı bir grup insanın varoluş mücadelesini
anlatır Martı. Hepsinin hayalleri
vardır, hiçbiri gerçekleştiremez. Hepsinin bir sevdiği vardır, hiçbiri karşılık
bulamaz. Aslında hepsi birer martıdır, hiçbiri diğerinin çığlıklarını duymaz.
Sonunda hepsi tüm kaybetmişlikleriyle yaşamaya mahkum kalır, biri bu yükü
taşıyamaz.
Oyunun temel çatışması, tiyatroda yeni biçim
arayışlarına giren oyun yazarı Kostya (Boran Kuzum) ve onun geleneksel kafalı
bir aktris olan annesi Arkadina (Tilbe Saran) üzerinden yürür. Kostya, hayatı
boyunca Arkadina’nın gölgesinde yaşamıştır. Arkadina, Kostya’nın yazdıklarını
okumaz, okusa da beğenmez ve papatya fallarının söylediğine göre Kostya’yı
sevmez bile. Kendinden yaşça küçük, yakışıklı ve narsist yazar Trigorin’e
(Fırat Tanış) hastalık derecesinde bağlıdır. Trigorin’in varlığı Kostya’yı
ziyadesiyle rahatsız eder çünkü annesinin ardından, delicesine aşık olduğu Nina
(Ecem Uzun) da onun büyüsüne kapılmıştır. Hep bunu söylemek istemişimdir:
Olaylar gelişir.
Martı,
bilirkişiler tarafından dram unsurları barındıran bir komedya olarak
nitelendirilse de benim için daima ince bir sızı olmuştur. Oyun, hayatını uzun
kuyruklu bir elbise gibi sırtında taşıyan Maşa’yla (Gonca Vuslateri) başlar; altmış küsur yılını
“olmak isteyen adam” olarak geçiren Sorin’den (Şerif Erol) geçer; annesinin
sevgisine papatya falı bakan Kostya’ya kadar her karaktere biraz bırakır o
sızıyı. Gülmeye gülersiniz ama okumayı bitirdiğinizde yahut oyundan
çıktığınızda “Çok yazık oldu.” diye düşünürsünüz, içinizde bir burukluk kalır. Kime yazık olduğu ise tamamen size kalmıştır.
Ben, metni yıllar önce okumuş ama herhangi bir
yorumunu izlemeye fırsat bulamamış biri olarak gittim bu yeni nesil Martı’ya. Klasik eserlerin modern
yorumlanmasına karşı değilim. Oyunun derdine dokunulmadığı sürece karakterin
adı, hangi zamanda ve nerede yaşadığı çok da önemli değildir benim için. Buna
rağmen içimdeki gelenekçi romantik taraf her zaman ağır basar, klasik yorumları
tercih ederim. (Biliyorum Kostya, şu an bana gözlerini devirerek bakıyorsun.) Serdar
Biliş’in, Çarlık Rusyası’ndan koparıp günümüze ustalıkla yerleştirdiği
karakterler ise, o gelenekçi romantiği “canım bi saniye devrim yapıyoruz şu an”
diyerek kapının önüne koydular. O yüzden klasik Martı biraz daha bekleyecek, bir süre iPhone kullanan Kostya ve bir
botoksa kim bilir kaç para veren Arkadina’yla geçineceğim.
Yazı devam ediyor…