Emmy'yi en çok hak edenlerde bu hafta: The Handmaid's Tale

Emmy'yi en çok hak edenlerde bu hafta: The Handmaid's Tale
Friends’te Joey Tribbiani, çok korktuğu veya üzüldüğü için sonunu okumak istemediği kitapları buzdolabına kaldırır. The Handmaid’s Tale (Türkçe adıyla Damızlık Kızın Öyküsü-güncel baskısı Doğan Kitap,2017) benim için işte tam da böyle bir kitap. İlk okuduğumda uçaktaydım ve hayatımın ilk klostrofobisi ile orada karşı karşıya geldim. Her kelimesinde öd kopması gibi zihinsel etkilerin yanında, ciğer daralması, nefes kesilmesi, ağız kuruması, kafayı en yakın camdan sarkıtma isteği gibi fiziksel etkileri de akın akın yanında getiren bu kitap, Kanadalı yazar Margaret Atwood tarafından yazılmış ve ilk baskısı 1985 yılında yapılmıştır. Bundan yirmi yıl önce bir distopya olarak yazılan kitabın yirmi yıl sonra insana ‘Yok artık’ bile dedirtmeyen bir hal almış olması trajedinin ta kendisidir elbette. Zaten bu yüzden bu romanı okumak suratına mütemadiyen tokat yemekle eşdeğerdir, Instagram’a ‘Kahve kitap keyfi’ hashtagleriyle atılacak bir eylem değil, kendine yaptığın bir meydan okumadır, hele de bir kadın için.

Romanıyla ilişkim bu kadar zorluyken haliyle Hulu yapımı, ülkemizde Blu TV’de yayınlanan dizisine de mesafeli yaklaştım. Normal şartlarda kitap uyarlamalarındaki en büyük endişem ‘Kitabı ne kadar bozmuşlar acaba?’ olurken, söz konusu The Handmaid’s Tale olunca ‘Bunu kendime bir de ekran karşısında yaşatmalı mıyım?’ oldu. Bu kaygıyla bir süre uzak durduysam da sonunda oturdum izledim elbette ve yine Joey’nin buzdolabına tıktığı kitaplar misali bundan hiç bahsetmez, tek kelime bile yazmazsam diziyi izlediğimi unutur, korkularımın cümlesini yok edebilirim sandım ama öyle olmadı, izlediğimden beri her an aklımda. Bir de üstüne Emmy’leri silip süpürünce yazmam şart oldu.

The Handmaid’s Tale’i ‘Ay ne güzel dizi, ne güzel oynamışlar’ diye ya da ‘Ne kadar saçma’ gibi cümlelerle değerlendirmem mümkün değil, onu bir dizi sevme kriteriyle tanımlamam komple imkansız. İzlediğimiz şey o kadar sert, o kadar uçuk ama bir yandan da o kadar normal ki, izlerken duygudan duyguya geçiyorsunuz. Her cümle karşılığını on katı buluyor, saatlerce aklınızı meşgul ediyor. En çok korktuğunuz ne varsa onla yüzleşmek zorunda kalıyorsunuz, çocukken geceleri uykudan önce görüp de çok korktuğunuz gölgelerin aslında oyuncak ayı olduğunu sanırsınız ya, işte bunda tam tersi oluyor. Korkmamıza gerek olmadığını düşündüğümüz ne varsa bunu burnumuzdan getirmeye yemin etmiş the Handmaid’s Tale, çok da iyi yapmış. Süründürüyor, ama umudu da tamamen söndürmüyor. Ne izlemeyi bırakmak zorunda kalacağınız kadar sert, ne de mevzuyu yumuşatacak kadar şeker kaplı, hep tam kıvamında.

Bu diziyi izleyin, çoluğunuz çocuğunuzla (çok küçük olmasınlar tabii), eşiniz dostunuz, karınız kocanızla, illa da etrafınızdaki kadınlarla. Aldığınız her nefese bambaşka bir gözle bakmak için, kıymetinizi bilmek, iyi insanların varlığına bir kere daha şükretmek için izleyin. İkinci sezonunu merakla bekliyorum, iyi seyirler dilerim. 


BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER