Televizyonun altın çağındayız deyip duruyoruz ya, bunu en
çok Emmy dönemi rahatlıkla görebiliyoruz. O kadar çok iyi içerik çıkıyor,
hepimizin kalbini çalacak ve bir yerden yakalayacak o kadar çok dizi üretiliyor
ki artık bir işin aday olmaması/kazanamaması üzerinden üzülüp hayıflanmanın pek
alemi kalmıyor. İstatistik olarak iyi olan her şeyin ödüllendirilme ihtimali
kalmadı zira. Yine de görmezden gelinenlere üzülüyoruz, bir iki küfür sayıyoruz
belki; insanız nihayetinde. Ama gerçekler boşa canımızı sıkmamamız gerektiğini
gösteriyor.
O yüzden bu sene ödüller dağıtıldıktan sonra hala The Leftovers neden aday edilmedi,
gecenin en güzel anlarını yaşatan Rachel Bloom’un hakkı yeniyor gibi
cümlelerimi kendime saklayacağım. Bu senenin en net tespiti, kadınların
zaferleriyle imza attığı bir tören olmasıydı. İtiraf edelim, erkek adayların
kategorileri son derece sıkıcıydı. Artık kadınların ışıldama zamanı. Nerede
ilgi çekici, üzerinde konuşulacak iş var; arkasında kimlerin olduğunu görmek
zor değil. Her yeni Jake Gyllenhaal filminden sonra taş gibi performansına “aa,
adam oynayabiliyormuş” tepkisi veren amnezik seyirci ve sektör bu bağıra çağıra
verilmiş mesajı yine anlamayacaktır, eminim. Biz yine kadın hikayelerinin
tutmayacağını konuşmaya devam ederiz. Bu trende tesadüf gözüyle bakmak bile
olası sonuçta, değil mi? Başka dizi yayınlanmadı çünkü geçen sene, hep kadın
hep kadın olunca kime ödül verilseydi, değil mi? Değil işte de… Anlayana.
The Handmaid’s Tale’in
iyi bir dizi olduğunu düşünmüyorum. Evet, ambalajı çok alımlı. Onu izliyor,
anlıyor ve “beğeniyor” olmak kendimizi entelektüel açıdan iyi hissettiriyor,
şüphem yok. Ama o tempoyla, o hikayecilikle, o verilen siparişi çıkarmak için
çekilmiş boş bölümlerle bu takdiri almak örnekse This Is Us gibi bir diziye haksızlık. Ama dedim ya, yakınmaya gerek
yok. Öyle ya da böyle ciddiye alınmayan bir yayın servisinin büyük bir atılım
yaparak bu diziyi çıkarması ve ödüllerin tozunu attırması alkışı hak ediyor. Bu
Netflix için büyük bir mağlubiyet. Sen o kadar para harca, o kadar içerik
yayınla; küçümsenen rakibin seni en prestijli cephede ilk denemesinde yerle bir
etsin. Bir süredir “Netflix orijinal işi” etiketi görmekten yıldığımı
söylemeliyim. O kadar sürümden kazanma kafa yapısına girdiler ki artık ne
dizilerini ayırt edebiliyorum, ne hakkıyla takip edip üzerine düşünebiliyorum.
Proje geliştirmek ne gelirse piyasaya sürüp “ya tutarsa” demek değildir.
Netflix dünkü olaydan bu sonucu çıkaracaktır diye umuyorum. Eminim Ted Sarandos
şu anda kimin kellesini koparsam diye odasında, elinde viski kadehiyle
şüphesiz, tepiniyordur.
Julia Louis-Dreyfus dünkü ödülüyle rekortmen oldu, hakkıdır.
Veep de iyice absürtleşen bir politik
ortamda hala komik ve farklı olabildiği için tüm alkışı hak ediyor bence.
Elisabeth Moss’un oyununda biraz daha nüans olması gerektiğini düşünsem de en
parıltılı rol onundu, başkasına gitmesi beklenemezdi. Ann Dowd’ın ödülünü The Leftovers ile aldığını hayal edip
kendimi bir nebze avutuyorum, izin verin lütfen. The Handmaid’s Tale’in geçen hafta ödüllendirilen Alexis Bledel’le
birlikte en güzel yanıydı. Çok sevdiğim oyuncuların böyle spot ışıkları altında
parıl parıl parlamaları beni ayrı keyiflendiriyor.
Bir diğer kadın egemen kategori de mini dizilerdi malumunuz.
Yıllardır tamamını izleyebildiğim ilk Ryan Murphy dizisi olan Feud kendisine katlanabilmiş olmama
rağmen yanlış yazılıp bölümlere ayrılmış, temposunu tutturamamış, yine hikayenin
hakkını vermek yerine reyting peşine düşmüş “samimiyetsiz” bir işti. Evet,
eğlendim. Ama iyi bir patronun elinden bu hikaye çok daha sağlam bir dizi
olarak çıkardı. Big Little Lies başyapıt
olduğundan değil ama Feud’a
yenilmediğine memnunum. Bol bol konuştuk, üzerine düşündük ya… Bence görevini
yerine getirdi zaten. Nicole Kidman’ın oynadığı rolün her bir köşesinde “sana
ödül aldıracağım” diye bağırıyordu, ödül sezonunda böylesi “iddialı” ve “cesur”
hamlelerin boş geçmeyeceğini biliyoruz. Bilen bilir, gönlüm Carrie Coon’dan
yanaydı ama ellerim kollarım bağlı. “Emmy ödüllü Alexander Skarsgard” beni her
zaman gülmekten kırıp geçirecek bir söz öbeği olarak kalacak. İlahi! İstanbul’daki
söyleşide bir insanın dışının ancak bu kadar güzel ama içinin de ancak bu kadar
boş olabileceğini düşünmüştüm. Karşısında eriyen Meltem Cumbul’u ne çok
zorlamış, ne çok saçmalamıştı. Kategorinin zayıflığına şükretsin.
Yazının başında da belirttiğim gibi erkek kategorileri
inanılmaz sıkıcıydı. Ancak “Memphis” bölümüyle yüreğimi dağlayan ve beni yerle
bir eden Sterling K. Brown’ın ödülüne çok sevindiğimi söylemeliyim. Atlanta’ya bayılmasam da önemli bir iş
olduğunu düşünüyorum. Donald Glover’a helal olsun, bu ödül daha da büyük
kapılar açsın!
Son olarak, tarihi işler başardığını düşündüğüm John Oliver’ın
aldığı her başarıya kendiminmiş gibi sevindiğimi not düşmek isterim. Saturday Night Live da yıllardır
olmadığı kadar iyiydi bu sezon. Böyle bir ortamda başka şansları da yoktu,
beceremeselerdi dükkanı kapatıp gitmeleri gerekirdi artık. Ödül almaları
şaşırtmadı. Kate McKinnon, Alec Baldwin, Melissa McCarthy… Hak etmediklerini
düşünen biri olduğunu sanmıyorum.
Televizyon izlemek güzel şey. Gerçekten hepimize yetecek
kadar içerik var. Oscar Ödülleri’nde olduğu kadar kan gövdeyi de götürmüyor,
görüyorsunuz. İşe zombi gibi gitmeyi göze alacak kadar önemsemiyorum mesela,
yatıp uyuyorum tören geceleri. Neredeyse kimsenin izlemediği dizilere biraz
reklam olsun, bize biraz eğlence olsun deyip geçmek lazım genelde. Ama bu sene
başka… Bu sene, kadın hikayelerin ve iyi yazılmış kadın karakterlerin ortalığı
parsellediği bir sene. Bir masal gibi, kıssadan hissesine iyi çalışmak lazım.