The Dark Tower (Kara
Kule) bir kez daha ortaya koydu ki Stephen
King romanlarını beyazperdeye uyarlamak herkesin harcı değil. Zira
birbirine bağlı dünyalar yaratan King’in
hikayelerini tüm kapsamıyla ele alındığı ve kitaptaki olduğu gibi senaryoya aktarıldığında
çıkan ürün perdeye yansıyan görüntü, kağıt üzerindeki kelimelerin etkisini
yaratamayabiliyor, hatta bugüne kadarki Stephen King uyarlamaları göz önünde
bulundurulduğunda tatminkar sayılabilecek filmlerin sayısı pek de fazla değil.
Stephen King’ in
sevilen kötü karakterlerinden Pennywise adlı palyaçonun kasabadaki çocuklara
dehşet salma hikayesini anlatan It / O filmi,
1989 yılında, Amerika’nın Derry adlı kasabasında geçiyor. Karanlık geçmişe
sahip kasabada, kurbanın yine çocuklar olduğu korku dolu bir yaz başlıyor. İlk
olarak hikayenin asıl kahramanı Bill’in kardeşi küçük Georgie, yağmur yağan bir
günde kayboluyor. Sonrasında kasabadaki çocukların sayısı gizemli bir şekilde
azalıyor. Bütün bu olaylar yaşanırken de Ezikler Kulübü (Losers Club) olarak da
bilinen dört çocuk, yeni arkadaşlar edinmeye başlıyor. Birbirlerinden
ayrıldıklarında bu şekil değiştiren şeytani canavarın hedefi haline gelen yeni
dostlar, birlikte olduklarında ise sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi gülüp
eğlenmeye devam ediyorlar. Fakat
çocukların korkusuyla beslenen Pennywise peşlerini bırakmıyor ve Bll
önderliğindeki Ezikler Kulübü üyeleri, Derry kasabası bu kötülük dolu
yaratıktan kurtarmak için birlik oluyorlar.

It / O, ilk bakışta büyüme sancılarıyla
mücadele etmekte olan bir grup genci anlatıyor. Fakat bu büyüme sancılarının
sebebi olarak ergenlik değil, toplumsal yapı içinde saklı kalmayı başarmış
trajediler gösteriliyor. Farklı aile çeşitleri ve bu ailelerin dört duvar
arasına gizlenmiş sırları Pennywise adlı şekil değiştiren yaratık yoluyla
ortaya çıkıyor. Yalnızca çocuklara musallat olan, yetişkinlere görünmeyen
Pennywise, toplumsal yapının derinlerine işlemiş bu acı gerçeklerle, korkularla
besleniyor.
Filmin ana karakteri olarak nitelendirebileceğimiz Bill’in
dünyasına konuk olduğumuzda istediğine sahip olan iki kardeşle tanışıyoruz.
Birbirine düşkün, birbirine oldukça yakın iki kardeşin yaşadığı bu evde,
çocuklarının ne yapıp ettiğini umursamayacak kadar müziğine odaklanmış bir anne
figürü ile karşılaşıyoruz. Zira küçük Georgie yağmurun bardaktan boşalırcasına
yağdığı o fırtınalı havada dışarı çıktığı sırada nereye gittiğini, ne yaptığını
sorgulamadığını, kendi işine odaklanmış olduğunu görüyoruz. Marangozluğu bir
hobi olarak yapan, bunun yanı sıra belediyede çalışan babanın da yine çocukları
birbirine emanet ettiği noktası kendini belli ediyor. Bütün bu koşullar altında
Bill Georgie’yi bir kardeşten öte görüyor, kendine yüklenen ve doğallığından
asla şüphe etmediği bu sorumluluk altında eziliyor. Onu en büyük korkusu, en büyük
kabusuyla yüzleştiren Pennywise da bu nedenle sürekli Georgie’nin şeklini alıp
Bill’in vicdanına dokunuyor.

Eddie’nin hikayesinde yalnız bir annenin, çocuğuna olan
düşkünlüğünü görüyoruz. Bir noktada Everything,
Everything / Her Şey filmini de hatırlatan hikaye aslında tümüyle eşini
kaybetmiş bir kadının çaresizliğini anlatıyor, ve de artık kaybetmeye
dayanamadığı aşikar olan annenin kendi saplantısı yüzünden mağdur duruma düşen
Eddie. İçine ölüm korkusu aşılanmış olan, bu yüzden de her daim temkinli olmaya
çalışıyor. Bir anlamda da dünyaya hayatta kalması gereken bir savaş gözüyle
bakıyor. Pennywise da bu nedenle karşısına ölümün bir temsili olarak çıkıyor.
Kasabadaki çocukların korkulu rüyası Henry ile Hahambaşı’nın
oğlu Stanley’nin durumu esasen birbirine oldukça benziyor. Biri Bar Mitzvah
öncesi Hahambaşı’nın oğlu olarak büyük bir baskı hissederken ve bu baskının
altında ezilirken, diğer tarafta ise Henry, polis olan babasının gölgesinde
kaldığı ve omuzlarına bir yük bindiğini hissediyor. Ancak Stanley baskıya
dayanamayıp içine sinerken ve silik bir karakter olurken, Henry ise kendini
kanıtlama derdine düşüp, babasının gölgesinden çıkıp bir birey olabilmek adına
insanların saygısını korku salarak kazanmaya çalışıyor. Oldukça zıt iki karakterdeki
Stanley ve Henry esasen yalnızca babalarının gölgesinde kalmış olan ve ben
buradayım demeye çalışan, gençliğe adım atmış iki genç.

Kasaba’nın yenisi Ben, birçok kasaba gezmiş olan ve bu
yüzden de kendine bir grup bulmakta zorlanan bir çocuk. Okuldakilerin Yeni Çocuk
(The New Kid) olarak andığı ve günlerini herkesten uzakta, kütüphanenin sessiz
duvarları arasında geçiren Ben’in en büyük korkusu ise kasabanın gizemi. İçinde
bulunduğu yalnız içinde kendini bilinmeze, tarihin tuhaf tesadüflerini
anlamlandırmaya veren Ben’in korkusu ise kendi yalnızlığında keşfettiği bu
karanlık gerçeklerin saldığı dehşettin ta kendisi. Esasen Ben, aralarında
korkmayı en çok hak eden.
Beverly’nin hikayesi aslında filmin en büyük trajedisi.
Ancak onun meselesi babasının kendisini taciz etmesi değil, onun asıl trajedisi
bir çocuk olamaması. Öyle ki çocukların kabusu olan ve yetişkinlere görünmeyen
Pennywise’ın zarar veremediği tek kişi. Yaşadıklarının ağırlığıyla korkunun ne
olduğunu unuttuğu, ölümün bile artık ona yeterince korkutamadığı gerçeği. Küçük
yaşına karşın oldun bir kadın olması, olgun bir kadın muamelesi görmesi ve bir
çocuk olduğunun kasabalılarca kabul edilmemesi. Ve en kötüsü, çocuklar
tarafından bir çocuk olmadığı için aşağılanması, çocuk olmayı istemesine karşın
o günlere asla dönemeyeceğini düşünmesi. Pennywise’dan korkmamasının sebebi de
bu zaten, hayatındaki en büyük korkunun yaşamadığı bir korku olmaması. Yaşadığı
dehşetin kendisine tanıdık gelmesi, bu dehşeti ve yaşattığı hissi bilmesi.

Richie’nin trajedisi ise, bir trajedisinin olmaması. Sıradan
bir çocuk olması. Hikâyesinin anlatılacak değere sahip olmaması, ailesinin
durumunun ya da anne/babasıyla ilişkisinin bizim için bir şey ifade etmemesi,
bir anlamda da toplumsal kayıtsızlığın sesi olması. Her ne kadar etrafındakiler
arasında umursamazlığıyla dikkat çekse, her ne kadar garip görünse de onun
trajedisi normal olması. Öyle ki Pennywise’dan korkmasının tek sebebi, sahip
olduğu palyaço fobisi. Ne üzerine yüklenmiş bir sorumluluk duygusu, ne ömrünü
farklı farklı yerlerde geçirmiş olmanın verdiği o ait olamama hissi, ne bir
baba figürü gölgesinde kalmış olmanın baskısı, ne hayatta kalma mücadelesinin
kemiklerine kadar işlenmesi ne de Beverly gibi hayatta korkacağı bir şeyin
kalmış olmaması. Onun henüz dünyayı ve hayatı tanıyamamış olması,
arkadaşlarının aksine hayatına bir çocuk olarak devam edebilmesi.

Korkularıyla yüzleşemeyen ve bu korkularının esiri oldukları
süre boyunca Pennywise kabusundan kurtulamayacak olan bir grup gencin hikayesini
anlatan It / O, çocukluktan yetişkinliğe
geçişte yaşanan sancıları, evlerin dört duvarı arasında kalmış ve toplumsal
alana bir şekilde yansımış olan trajedileri, yani aile içindeki meselelerin
çocukların kişiliği üzerindeki etkisini derinlemesine ele alıyor. Yatağın altındaki
canavarla özdeşleştirebileceğimiz Pennywise karakterini bir anlamda da ayna
metaforu olarak kullanan hikaye, beyazperdeye ise başarıyla uyarlanıyor.