“Ben Murat,
Sultan Ahmet Han'dan olma Valide Kösem Sultan’dan doğma çocuk yaşta, yaşıtları
dünyanın derdinden, kederinden azade kan kokusu nedir bilmezken tahta çıkıp
iktidar yükünü sırtlanan Murat.
Ben Murat,
validesinin gücü ve hırslarının gölgesinde bırakılmaya mahkûm edilip cesareti,
aklı, benliği, bilgeliği yok sayılan iktidar oyunlarına sevdiklerini bir bir
kurban veren, kendine reva görülen zulme direnmek için sertliği ve zalimliği
zırh gibi kuşanan Murat…
Ben Murat,
gerçek bir hükümdar olmak istiyorsam eğer evvela hak etmem gerektiğini anladım.
Zinhar iktidarıma ortak kabul etmeyeceğim.
Ben Murat,
kalbi ve ruhu Kızıldeniz gibi ikiye ayrılan Musa’sını kaybedip Firavun’u ile
baş başa kalan Murat. Ahdettim, bana ve hanedanıma onca zulmü, hakareti reva
gören bütün zorbaların ciğerini sökmez, kanlarını içmezsem saltanatım yer ile
yeksan olsun. “
İlk bölümde bu sözlerle tanıtmıştı kendini bizlere Sultan
Murat… Azimliydi, cesurdu, güçlüydü ama
öfkeliydi. Hem de öyle bir öfke vardı ki gözlerinde yakıp kül ediyordu. Eğer
sadece ilk bölümü izlediyseniz ya da izlerseniz Firavun ve Musa’nın benzetme
olarak kullanıldığını düşünebilir, soyut bir şeyden bahsedildiğini
sanabilirsiniz. Ancak Sultan Murat’ın hayatındaki Musa ve Firavun etten,
kemikten. Savaşan, direnen iki varlık. Her mücadelede Murat’ı daha çok güçten
düşüren iki musibet.
Avrupalı seyyahlar Osmanlı topraklarını gezdiklerinde hele ki
payitahta geldiklerinde “Yeniçeri”lerden bahsetmeden geçmezler. Onların
cesaretinden, cüsselerinden en çok da sadakatlerinden, Sultanlarına olan
sorgusuz bağlılıklarından söz ederler. Yeniçeri eğitimi hiçlik üzerinedir.
Ailen, dinin, memleketin en baştan oluşturulur. Geçmişle bağlantın kesilir. Çünkü
geçmiş tutar seni, yapışır yakana, hesap sorar. Kimseye vefa, minnet borcu
yüklenmez. Sadece emrindeki hükümdara borcun vardır. O da can borcudur. Vakit
saat geldiğinde gözünü kırpmadan durusun o kılıcın önünde.
Sultan Murat hiç kurtulamadı geçmişin o yüklerinden. Maziden
gelen gölgelerle, acılarla, ıstıraplarla beraber yaşaması öğretildi ona. Geçmişin
karanlığını da borçlarını da beraberinde taşıdı hep. Bizler hikayeyi ortadan
izlemeye başladık. İpleri ellerine aldığı anda gördük Sultan Murat’ı o meşhur
balkonda. Kapıda isyankar askerler vardı. İçinde öfke, gözleri ateş saçarken,
itaat etmemek için, isyancılara istediklerini vermemek için feveran ederken
gördük ilk. Her bölüm bizi bir önceki hikayeye taşıdı. Her bölüm bizi temele,
mazide yatan soruna adım adım yaklaştırdı. Her bölüm, Sultan Murat’ın yeni
gölgeleri ve borçları ile tanıştırdı.
“Abin Sultan Osman’ı unutma” diyordu herkes. Abin Sultan
Osman’ın başına ne geldiğini unutma, dikkat et akıbetiniz benzemesin. Saraydaki
odalardan birinde bir akıbet daha bekliyordu Murat’ı, amcası Divane Sultan
Mustafa… Bu iki örnekle büyüdü Sultan Murat ne zafiyet gösterip abisi Sultan
Osman gibi olacaktı ne de aklını kaybedip amcası Sultan Mustafa gibi olup kafese
kapatılacaktı. Sultan Murat, kimseye benzemezdi benzememeliydi.
Vicdan ve adalet bir türlü geçinemediler. Abisi Sultan Osman,
O’nun yanına gelip tahta kılıcıyla kardeşlerini koruduğunu görünce “Eli kanlı zalim bir padişah olmaktan
korkuyorum” demişti, “Olmadın mı zaten?”
diye cevap vermişti çocuk yaşta O’na. Sultanlığın ne olduğunu bilmeden. Şimdi
Sultan Murat eli kanlı bir padişah olmaktan korkuyordu.
“Bütün ömrüm sarayda geçti. Orada
büyüdüm. Saltanat aileme bahsedilmiş bir lütuf lakin bedeli ağır. Tarifi imkânsız
acılardan geçtim, ihanetler gördüm, ölümler gördüm. Benim gözümün önünde bir
abim diğer abime kıydı. İşte o an ruhumun mevsimi değişti. Ölüm korkusu kış
gibi çöktü böyle içime. O günden sonra hep ben bir gözüm açık uyudum, her akşam
cellatları bekledim, her sabah her an ben yaşadığım hiçbir şeyi unutmadım
Farya, unutmam! Bilhassa hatırlamam lazım. Hatırlayayım ki vicdanımın yolundan
sapmayayım. Aynı acılarla ben de yanmayayım. “
Demişti Farya'ya kardeşi Kasım’ı ceza için amcasının odasına kapattığında. Ama başlamıştı bir kere değişim. Murat düzene direnip kurullarını uygulamaya başlayınca gölgelerde teker teker hesap sorar olmuştu ondan. Yanlış yapıyorsun diyordu herkes. Böyle sultan olamazsın, böyle adaletli olamazsın. Sonra payitahta o büyük isyan yangını çıktı. Canını siper etti ahali için sokağa çıktı, bir çocuğun hayatını kurtardı. Üstü başı kül içindeyken, acıdan gözleri bulutlanmışken o kadın çıktı; “Sen tahta çıktığından beri bir gün yüzü görmedi bu ahali. İsyanlar, ölümler bitmek bilmedi. Bizi koruyamadın, koruyamadın bizi. Ahalinin acılarını, ıstıraplarını dindiremeyene padişah denir mi? Zira sen o tahta oturmayı hak etmiyorsun!" diye bağırdı karşısında.
Olmuyordu bir yerlerde hata yapıyordu muhakkak. O güçlü, adaletli bir padişah olmak istedikçe bunun için çalıştıkça daha çok “gaddarlık” ile suçlanıyordu. “Zalim” diyorlardı O’na. Karşısına geçip alenen kardeşi Şehzade Bayezid’in tahta geçmesi gerektiğini söylüyorlardı. Asker, ahali herkes mi yanılıyordu yani? Gerçekten Sultan Murat adaletli bir padişah değil miydi, bu tahtı hak etmiyor muydu?
Amcası Mustafa’nın odasına gittiğinde “Padişahım, şüphesiz bu bana Allah’ın bir lütfu aynı zamanda da laneti. Deli diyorlar, değilim. Aklım ve ruhum ikiye yarıldı. Bütün padişahlar gibi. Bir yanda Murat, bir yanda Sultan Murat. Birisi herkes gibi alelade korkan, üzülen, kırılan, kıskanan, seven. Herkes gibi O’ndan hesap sorulan. Öbürü herkesin, her şeyin üstünde. Bu tabiat, bu dünyanın dışında. Yalnızca Allah’a hesap veren.” dediğinde “İkisini birden taşımak ağır yük.” demişti. “ Ağır evet ama taşımak zorunda olduğun bir yük. Taşıyamazsan Osman gibi canından olursun yada benim gibi aklından.” Esas soruyu sordu Murat “Peki nasıl taşıyacağım, mümkün mü?” “Galiba işin sırrı ahenkte hangisi yukarıda kalacak hangisi dibe çökecek?” dedi amcası ancak hangisinin yukarda olacağına hangisinin dibe çökeceğine karar vermek Murat’ın göreviydi.
Yazı devam ediyor..