Ölene
Kadar’ın tanıtımları ilk çıktığında, dizinin izleyicisi
olup olmayacağım konusunda pek emin değildim. Perşembe günleri izlediğim iki
dizi daha vardı çünkü. Yine de çoğu dizide yaptığım gibi, ilk bölümü izleme
kararı aldım. Baktım ki, ilk bölümün aksiyonu ve enerjisi yüksek, merak
uyandırıcı, sevdiğim oyuncular var bir de üstüne Sagopa Kajmer-Düşersem Yanarım çalınca, -zaten dizinin müziklerinin
hepsine ayrı ayrı bayıldım- dedim tamam ben bu dizinin izleyicisi olurum
arkadaş! Biraz geç oldu ama, bu zamana kadar izlediğimiz bölümlerden ve final
bölümünden bahsetmek istedim sizlere.
İlk bölümü izledikten sonra, bu ekibin “Anlatacak
hikayesi var.” hissiyatına kapılmıştım. Adalet kavramını sorgulayan işleri de
ayrıca sevdiğim için, yayınlandığı gün olmasa da, 13 hafta boyunca izleyicisi
olmaya devam ettim. Fahriye Evcen ve Engin Akyürek uyumunu, enerjisini çok
sevmiştim. Sadece enerji bakımından değil, aynı zamanda cast anlamında da gayet
iyilerdi. Senaryo gereği, aralarında yaş farkı olması gerekiyordu. Ve normal
şartlarda, aralarında beş yaş vardı. Ama senaryoda aradaki yaş farkı neredeyse
bunun iki katıydı. İkisi de ilk bölüm itibariyle Selvi ve Dağhan’dı benim için.
Sarp Levendoğlu’u da, uzun zamandır izlemek istediğim bir rolle çıktı
karşımıza. Saplantılı, psikopat, ama aynı zamanda yaraları olan bir adam
olarak.
Dizinin en sevdiğim yanlarından biri de, zor aşkı bu
kadar güzel anlatıyor olmasıydı. Normal imkansız aşklardan daha farklıydı Selvi
ve Dağhan’ın hikayesi. Çünkü, verdiği yalan ifadeyle, Dağhan’ın bütün hayatını
alt üst eden, sevdiği kadından, çocuğundan ayrılmasına sebep olan, mesleğini
kaybettiren, sadece onun değil, ailesinin de hayatını karartan bir kadındı
Selvi. Yıllar sonra vicdanını rahatlamak için, Dağhan’ın suçlu olmadığını
ispatladı ama, iş işten çoktan geçmişti. Dağhan eski Dağhan olamadı maalesef.

Dizinin sorgulattığı, tanıtımlarda çokça karşımıza
çıkan; “İnsan celladına aşık olur mu?” cümlesini de pek sevmiştim. Çünkü bence
her insan celladına aşıktır. Mutlu aşk yok mu, illaki vardır. Ama Aşık Veysel’in dediği gibi, “Seversin,
kavuşamazsın aşk olur.” mantığı var galiba biraz bende. Aşktan daha fazlası ise
sevgidir bana göre. Ama şu an konumuz bu değil, Selvi ve Dağhan’ın hikayesi.
Onlar da, zor aşkın en güzel hallerinden biriydiler bence. Onca derdin,
zorluğun içinde, normal bir çift gibi yaşamalarını çok sevmiştim. Selvi’nin,
Dağhan ifade verirken bile Beril’in adı geçince onu kıskanmasını, dış dünyaya
kendini kapattıklarında, kendilerine ait bir alan oluşturmalarını, her şeyi bir
kenara bırakıp, diğer çiftler gibi yaşamaya çalışmalarını çok sevmiştim.
Bunlar olurken, Selvi duygularını çekinmeden itiraf
ederken, Dağhan yıllar sonra kalbinin yerini hatırlarken, hepimizin aklında tek
bir soru vardı: “Selvi’nin, Vildan olduğunu öğrenince Dağhan ne yapacak?”
Maalesef ki, dizinin ömrü kısa olduğu için, bunu görmeye pek fırsatımız olmadı.
Reytingler çok yüksek olsaydı, Selvi’nin Vildan olduğu bu kadar çabuk ortaya
çıkar mıydı bilemediğim gibi, Dağhan konunun üzerinde böyle durmadan geçer
miydi, onu da bilmiyorum. Çünkü ana hikaye ve en önemli konulardan biri buydu.
Eğer ekran macerası uzun olsaydı, sanıyorum ki; en az 10 bölüm, Dağhan’ın,
Selvi’yi affetmemesini izlerdik. Bu arada da kesin Beril devreye girerdi. Bana
kalırsa, Beril’in hikayesine de yeteri kadar değer verilmedi. Ben olsaydım,
izleyiciye gerçekten Selvi mi Beril mi, diye düşünmesini sağlardım. Yazılan
Beril; mıymıy, saf saf ortada dolaşan, Dağhan’ın katil olduğuna inanan,
çocuğunu doğurur doğurmaz yüzüne bile bakmayıp başkasına verin diyen Beril’di.
Elbette böyle bir durumda zerre sempati duyulmayacaktı ona.