1996’nın soğuk ve karlı ilk günlerinde vazgeçmiştim
çocuk olmaktan... Ve okul kantininde, üstümüze sinen patates kızartması kokusuydu
kaçtığımız dersler... Cebimizde taşıdığımız o kağıtlara, devamsızlıklarımızı
değil, ders notlarını yazsaydık, daha yüksek notlar görürdük belki
karnelerimizde... Ama o zaman hiç anlar mıydık, öğrenci olmanın en güzel yanının,
okuldan kaçabilme ihtimali olduğunu?
Kaçar da başka yerlere gitmezdik biz, okul
kantininde plastik sandalyelere sıkış tıkış oturur, konuşur, gülerdik topluca. En
bitirimimiz; bir önceki gece Bir Demet
Tiyatro’dan öğrendiği şakayı yapar, en yeteneklimiz; Feriştah’ın fantezilerini
öyle iyi canlandırırdı ki, sanırdın Feriştah Yenge kalkmış, bizim okula gelmiş. O günlerde elimizde,
sağa sola fav dağıtacak teknolojik kelepçelerimiz yoktu henüz. Sohbet dediğimiz;
göz göze bakışarak olur, takipçi sayımız; bizden hoşlanan çocuğun peşimize
taktığı en iyi arkadaşı kadar olurdu. Ve eğer; dün gece televizyonda onu izlemediysen,
kantindeki muhabbete katılamaz, olan biteni anlamaya çalışarak bakardın sadece. Çünkü öyle
kolay kolay izleyemezdin kaçırdığın dizileri, programları. İnternet yok muydu
canım? Vardı da, henüz o işlere bakmıyordu. Geçen salı izlemediysen, bütün
hafta “leri leri leri” diye söylenen şarkının ne olduğunu anlamaya çalışır,
gelecek salı, ilk sen otururdun televizyon başına…
O yıllarda, o yüzden mi daha değerliydi televizyon
izlemek, yoksa bütün aile aynı şeyi izlediğinden mi acaba? Akşam yemeği sonrası,
henüz “ay ne nostaljiiiik” diye sıfatlandırmadığımız sobaların, ısınma aracı
olarak kullanıldığı oturma odasında, maaile oturulurdu. Biri çayı koyar, öbürü
kestaneleri çizikler, diğeri başka bir şeyle ilgilense de, biri bir laf
attığında herkes duyar, herkes katılırdı. Odadan odaya “whatsapp”lanmaz, en yakınlarının ruh
hali facebook’tan öğrenilmezdi yani… Üzüntü; elle tutulur, neşe; dokunulabilir cinsten bir şeydi.
Her evin babası, Burhan Çıtır’ın her şeyi en son öğrenmesine kızar, her evin
yaş almışı Telviye Teyze ile dalga geçilmesine bozulur ama gülerek “ben bu
kadar değilim canım” derdi. Evin en yeni nesli, bir şeyi tanımlarken tanımın
sonuna, Asuman gibi “olayı” kelimesini katardı. Her evin Lütfiye kadar bilmişi
yoktu belki ama, herkesin içinde bir Mükremin Çıtır vardı. Kâh isyankar, kâh
deli dolu, kâh hüzünbaz ama illa adaletli, saygılı… O zamana kadar, televizyondaki karakterlerde, bunların hepsi bir arada olmazdı genelde. Kişi ya
delikanlı olacak ya duygusal. Ya şaka yapacak ya şiir okuyacak. Oysa, tıpkı onu
canlandıran Yılmaz Erdoğan gibi, Mükremin Çıtır’ın da en güzel yanıydı hem
şakacı, hem şiirci oluşu… "Şair dediğin melankolik olurdu, şakaların içine hüzün
yerleşir miydi?" klişesinin yıkıldığı yıllardı. Yılmaz Erdoğan; Bir Demet Tiyatro’ da kurduğu “alengirli”
cümlelerle hem güldürür, hem de en hassas yanlarımıza dokunurdu. Mükremin
Çıtır; “suyun debisiyle alakalı bir ismi vardı” diye “Coşkun” şakası yaparken, şakacılığın
komiklik değil, zeka işi olduğunu öğretiyordu aslında bir nesle… Aynı neslin
devrik cümlelere merakı da yine Mükremin’in Asuman’a ettiği şu cümlenin suçuydu belki
de:
“Şimdi sen
vapura binince, balkona çıkıp denize bakacaksın ya dalgın dalgın, aldırma;
bizim sevdamız daha büyük ondan..."
Yani 90’ların tam ortasında, hayatımızın içine “güldürüşlü”
diye giren Bir Demet Tiyatro, aslında
en çok hüzünlenmeyi öğretmişti bize, ayıpsızca. O yüzden onu televizyonda
yayınlandığı yıllarda izlemiş olanlar şimdi o şakalara hala gülerken, hüzne de
kapılırlar biraz.
Çünkü geriye dönüp baktığımızda Bir Demet Tiyatro:
Çocuk olmaktan vazgeçtiğimiz, ama hayatın en güzel
günleri olduğunu henüz fark etmediğimiz o günlerde, sobanın üstünde demlenen çayın,
henüz acısı yaşanmamış aile büyüklerinin, 90’ların samimi, sıcak kokusudur, bir
daha yaşayabilme ihtimalimizin olmadığı…