Tatlım Tatlım: Tam kapasite Yılmaz Erdoğan!

Tatlım Tatlım: Tam kapasite Yılmaz Erdoğan!

Tatlım Tatlım’ın fragmanını ilk izlediğimde kurduğum cümle şuydu: “Bir senaryo daha fazla Yılmaz Erdoğan olamaz”. Erdoğan’ın Haybeden Gerçeküstü Aşk oyunundan uyarladığı film uzun zamandır bu kadar etkin ve kuvvetli bir biçimde göremediğimiz mizahçı üslubuyla hasret gidermemiz için yapılmış sanki.

90’larda büyüyen bir çocuk olarak Yılmaz Erdoğan’ın bende yeri farklıdır. İzlediğim ilk oyun Otogargara’ydı. Hafızam beni yanıltmıyorsa Bir Demet Tiyatro, Çılgın Bediş’le aynı gün yayınlanırdı. Dizi Eyvah Babam da olabilir, fark etmez, hikayemizdeki rolü değişmeyecek çünkü. Bütün okul tercihini diğer diziden yana kullandığı ve sadece ertesi gün olsa iyi, bir sonraki bölüme kadar onu konuştuğu için mahalle baskısına ilk boyun eğişimdir Bir Demet Tiyatro izlemeyişim ve diğer kanala geçişim. Reklam araları olsun, tekrarlar olsun her izlediğimde çok güldüğüm bir işti ama. Daha sonra ATV’de yeniden başladığı ve benimle birlikte sevenlerini hayal kırıklığına uğrattığı versiyonundan bahsetmiyorum tabii. Stand-up komedisiyle ilk tanışmam da Yılmaz Erdoğan’ın Cebimde Kelimeler’i sayesindedir. Günümüzde ülkemizde pek örneği görülmeyen bu mizah türünü hala çok seviyor ve yabancı örnekleri takip ediyorsam biraz da çok iyi bir örnekle damak tadımı eğittiğimdendir diye düşünüyorum.

Sinema yönetmeni Erdoğan’la ise yıldızım çok barışık değildir. Vizontele’nin iki filmini de severim. Organize İşler tıpkı şu an vizyonda olan Ferzan Özpetek filmi İstanbul Kırmızısı gibi, sanki içeriğinde başka bir şey yokmuş gibi “muhteşem İstanbul görüntüleri” ile pazarlandığı için antipatimi kazanmış, vizyonda izleyince de beni çok tatmin etmemiş bir filmdi. Neşeli Hayat sonrası sanki daha ciddiye alınan bir yönetmen olma yeminiyle çekilen Kelebeğin Rüyası ve Ekşi Elmalar da ne yazık ki ilgimi çeken işler olmamıştı. Tatlım Tatlım’ı ilk gördüğümde beni en sevindiren şey çocukluğumda çok sevdiğim Yılmaz Erdoğan’ı, yine çok sevdiğim sinemada, en sevdiğim haliyle görebilecek olmamdı.

Tiyatro sever biri taklidi yapmayacağım, bana pek dokunan bir sanat dalı değildir. Fakat tiyatro oyunlarından uyarlanan filmleri genelde çok severim. Carnage, Proof… Asla Fences değil ama. Oyunları sinemaya uyarlarken bir sinema dili tutturmak, hikayeyi ve mizansenleri sahne mantığıyla hapsoldukları çerçeveden kurtarmak gerekir. Neredeyse tek mekanda geçmesine rağmen Carnage’ın bunu çok iyi başardığını düşünüyorum, Fences’ın ise metninin altında ezilen ve sinema filmi olmayı unutan bir iş olduğunu…

Tatlım Tatlım bu iki tanımın tam ortasında. Yılmaz Erdoğan’ın geveze senaryosunun laf kalabalıklıklarından şikayet etmek abesle iştigal olur; alamet-i farikası bu, malum. Ancak bu replikler yönetmenlikle biraz boğulmuş, Erdoğan işi oyuncuların performansına yıkarak görsel olarak biraz zayıf, daha doğrusu tembel bir iş çıkarmış. Finale doğru gelen zekice hamleler durumu biraz kurtarsa da bütüne baktığımda bir sinema filmi olarak çok tatmin olmamış olabilirim. Zaman zaman bir tiyatro oyununun temsilinin kaydını izleme hissiyatımdan rahatsız oldum. Gerçi bu bariz bir şekilde yönetmen tercihi. Bunu kırmak için -az önce de belirttiğim gibi- final haricine bir hamle yapılmamış ama bu metnin çapı ve çerçevesi sinemanın getirdiği çok temel imkanlarla daha geniş ve ferah aksettirilebilirdi.

Tatlım Tatlım bize dört ayrı ama hepimizinkiyle paralellikler taşıyan ilişkiye en başından şahit olma şansı sağlıyor. Çiftlerin çeşitli dönemlerine ortak oluyoruz sonra ilişkileri havalanıp, evrilip değiştikçe tekrar bir yokluyoruz. Bu bağımsız anlatımların kopukluğu beni rahatsız etmedi. Tam aksine, iş bir noktadan sonra hangisinin benim ilişkime daha çok benzediğini sorgulama çabasına dönüştü. Perdede gördüğüm kaç sahnede yanımdaki koltuğu dirseğimle dürttüğümü sayamadım, morluğun koyuluğuna bir bakmam gerek. Zaten tiyatro oyununun büyüsü de nokta atışı böylesi gözlemlerken, farklı çiftlerin hepsinden bir parça bulmanın tadı burada daha da hoş olmuş.

Filmde izlediğimiz sekiz oyuncunun altısı nerede olduğunun bilincinde performanslar sergilemiş, ama Şebnem Bozoklu ve Çağlar Çorumlu ne yazık ki tiyatro sahnesinde olmadıklarını fark edememiş gibi oynuyor. Şaşırdım aslında, normalde beğendiğim bu iki oyuncuyu, özellikle de Bozoklu’yu beğenmemeyi beklemiyordum. En zayıf halka hem filmdeki çift, hem de kadrodaki oyuncular olarak ikisiydi. Türk seyircisini tutsun, onlara diğerlerine nazaran daha tanıdık gelsin diye yazılmış gibiydiler. Bugüne kadar tek nota olduğunu ama o notayı da ustaca çaldığını düşündüğüm Aylin Kontente ile ilgili kanaatim baki. Bülent Emrah Parlak ve Büşra Pekin ise haklarındaki önyargılarımı paramparça edecek bir performans sergilemiş. Benim için filmin asıl yıldızları Fatih Artman, Serkan Keskin ve Gupse Özay oldu. Hepsi zaten sevdiğim oyunculardı, burada da hayal kırıklığına uğratmadılar. Özellikle Gupse Özay’a şapka çıkarıyor ve tebrik ediyorum. Hem kendi yazdığı filmler, hem de seçtiği rollerle çok doğru adımlar atıyor. Severek ve “Yok, ben asla Recep İvedik izlemem, ne münasebet”çi utançların kırıntısını yaşamadan takip ediyorum.

Böyle komedi filmlerini sinemada tüketmeyi pek sevmediğimden kalabalık yerli film seyircisiyle münasebetim çok olmamıştır. Bu filmde güldükleri yerler, perdeyle atışmaları, sinema adabından uzak desibelde aralarında konuşmaları bir kere daha bu kararı neden verdiğimi hatırlattı. Gerçekten de ülkemizde yerli ve yabancı film seyircisi arasında bir bölünme var. Bu en “total’e yürüyen” yabancı gişe filmlerinde bile mevcut üstelik. Deneyim olarak zorluydu, Eternal Sunshine of the Spotless Mind esprisine salonda gülen tek kişi olmanın acısını anlayamazsınız. Hem de ne! Ama eğlenmeden, gülmeden salondan çıkan birini de gözlemlemedim. Umarım bu memnuniyet gişeye de yansır.



BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER