Karayipler’desiniz. Bir iyot kokusu geliyor burnunuza,
öğleden sonranın tatlı sıcaklığında, elinizde içeceğiniz güneşleniyorsunuz.
Sonra başınızı hafif sola çeviriyorsunuz, öyle ya uyuşmuşsunuz fazla
rehavetten, iyot kokusunun yerini kan kokusu alıveriyor; ağır, bulanık, koyu
kırmızı. Tenha bir sokak beliriyor önünüzde. Gecenin tekinsizliği huzurlu. Nasıl
oluyor diyorsunuz kendi kendinize. Anlamlandırmaya çalıştıkça daha da
battığınız o karanlık, o değişim zedelenmiş ruhunuza iyi geliyor. Üstünde
durduğunuz bir ayrıntı değil aslında, fark ediyorsunuz. Anlıyorsunuz ki, hep
istediğiniz, beklediğiniz o tatil sizin için aydınlık tarafta değil. Gülümseme.
Tabii ki kırık bir gülümseme. Diğer insanlar ve siz varsınız çünkü orada, yine
ayrımdasınız, yine ötekileştirilmiş yollarda. Önemli değil ama bu zamana kadar
yetiştiğiniz ortam, çevredeki baskılar, dayatılan sözsüz kurallar… Hepsi bir
araya gelip sizi diğer insanlardan ayırdığında, sırf herkesin yaptığını
yapmadınız diye, kırılıyorsunuz. Kendinize, seçimlerinize değil, asla değil.
İnsanlara, dayatılan her türlü kurala, yaşanan her kötü olaya… Yeni bir yara
almak değil de bu, daha çok var olan yaraların kabuğunu kaldırmak biraz.
“İnsan, yarası yarasına denk geleni seviyor demek ki…” der
Ece Temelkuran Muz Sesleri’nde. Çok
gördüm, defalarca tanık oldum bu cümlenin gerçekleştiğine ama en güzel
şahitliğim kesinlikle Kabuk Adam’daydı.
Farklı yaralar elbet, hayat herkesi aynı yerden vurmaz, vursa bile ne kadar
kanadığınız, içinizdeki karadeliğin ne kadar büyük olduğu yine sizinle
ilgilidir. Ama farklı darbeler sonucu açılan yaranın aynılığı iki insanı
birbirine en çok yaklaştıran, en sorunsuz yaklaştıran yegane şeydir fikrimce.
Fakat her şey değişir. Her şey değişmeye mahkumdur ki insan,
listenin en başındadır. Neler değiştirir bizi? Yalnızca zaman mı ya da
yalnızca yaşadığımız olaylar mı? Bizi duygular değiştirir. Sevincimiz
değiştirir, üzüntümüz, sinirlilik belki… Belki tereddütlerimiz, korkularımız… Kabuk Adam’daki değişim korkudan kaynaklı
işte. Çok kritik bir anda, çok biçimsizce yön bulan ve düşüncesizce eğilip
bükülen bir korku… Kabuk Adam’ın, Tony’nin önlenemeyen kırılışı… Siz olsanız ve
bunca kırılsanız ne yaparsınız? Ya da tam tersi, siz olsanız ve bunca kırsanız?
İsmini hiç bilmediğimiz kadın kahramanın -ki ben ona en
başından beri Aslı diyorum, bir nevi onun yaşam öyküsü gibi geliyor çünkü bir
saatten sonra- Kabuk Adam’ı bulma hikayesi gibi görünse de, iki ötekileştirilmiş
insanın yolun bir yerinde karşılaşması adına bu kitap. Kendi içlerindeki
ayrımlardan geçip bir oldukları, sonra o bir oldukları yerde de yeniden ayrılıklara
gark olmaları üzerine sarsıcı, etkili bir uzun öykü.
Her şeye dair bir ütopik düşüncem vardır kenarda köşede.
Olanı anlatıldığı gibi kabul eden bir yanım varken yüzde seksen dokuzluk bir
oranla geri kalan yüzde on bir, ihtimaller, olması imkansız gibi görünen ama
aslında çok basit bir bakış açısı değişikliğiyle kendi kendine gayet ikna edici
olabilen olaylar silsilesi üzerine kuruludur. Buraya kadar kendimce
yorumladığım kısım, o yüzde seksen dokuzluk tarafla ilgili. Gelelim yüzde on
bir'e.
Ya Kabuk Adam hiç
olmadıysa? Ya zaman zaman hepimizin kendini içinde bulduğu karamsar ve yalnızlaşmış
bir ruh halinin bir ürünüyse? Ya benim Aslı adını verdiğim karakter bir
hayalbazsa? Ya Kabuk Adam yalnızca yaralarımızın bütününde oluşturduğu kırık
dökük ama bembeyaz kalmakta inatçı bir yansa, tarafsa? Kitabı okumayan ama
okumayı planlayanlar için türettiğim ihtimallerin hepsini buraya düşürmüyorum.
Soruyorum yalnızca: Olamaz mı?
Siyah-gri-beyaz üçlüsünün uyumu ve uyumsuzluğu, çoğunlukla
birbirine karışması gibi hissettiren, sorgulayan daha da önemlisi sorgulatan Kabuk Adam için söyleyeceklerim bu kadar
değil elbet ancak spoi bombardımanı yapmadan söyleyebileceklerim yalnızca
bunlar. Biçim arıyorsanız sizi çok tatmin edemeyecektir maalesef ama duygular
işin içine karışırsa, konusu itibariyle de sizi biraz olsun içine alırsa,
yalnızca şahsınız için kurduğunuz Kültleşmişler listenize çok rahatlıkla girebilir. Fikrimce biraz da sağlam bir
psikolojiyle okunması gerekebilir. Zira biraz karanlıktır öyküsü ancak zifiri
değil, tüm sokak lambaları patlamış da sadece nereden geldiğini bilemediğiniz
zayıf bir ışığın aydınlattığı bir cadde de yürümek gibi. Tekinsiz ama huzurlu
çoğu zaman.
Alıntılara geçmeden önce, Kabuk Adam’ın bir şarkısı da var
ben de. Diyor ki sözünde, ezgisinde;
“Kırılganmış hislerin,
duyulmazmış sözlerin,
Var mısın yok musun
bilinmez gizlenir.
Kimsin? Kiminsin?
Dokunsam, konuşsam da
ben,
Var mısın yok musun
bilinmez düşlerin.
Kimsin? Kiminsin?”*
Bana
kalanlar;
“Unutamamak. Belleğin kaçınılmaz intikamı. Herhangi bir iz
taşınıyorsa eğer, bu bir zamanlar bir yara açıldığındandır.”
“Yaşadığımız anları dondurup cümlelere dökme çabası,
çiçekleri kurutup kitap yaprakları arasında ölümsüzleştirmeye benzer.”
“…cennetle cehennem iç içedir, ancak bir katil bir peygamber
olabilir ve insan bir başkasına, aynı karabüyü ayinlerindeki gibi, dönüşebilir,
çünkü insanın tam zıddı gene kendisidir.”
“Bana kalırsa kişisel tarihimin tek bir teması vardı;
hayalkırıklığı.”
“Delfi kâhini. Kabuk Adam benim Delfi kâhinimdi, kendi
sorularımı sormam ve kendi yanıtlarımı bulmamı sağlıyordu.”
“Nasıl yaparsın bunu? Sorulmuş bir soruyu nasıl geri
alırsın?”
*Jehan Barbur-Kiminsin Be Adam