Önyargıları
yüzünden çok güzel işleri kaçıran seyirciye hep üzülmüş, daha çok da
kızmışımdır. Kafalarında yapıştırdıkları etiketler yüzünden “normal” gözlerle
izleyemedikleri dizilerde neler kaçırıyorlar bir bilseler… Bilseniz. İşte bu
yazı, Dizimax Sci-Fi’da ekrana gelen The
100’ı izlemeyerek neler
kaçırdığınızı anlatmak üzere yazılmıştır. Diziyi izlemeye karar vermenizi
sağladığım için çok fazla detaya girmemeye çalışacağıma ant içerim…
Kass Morgan’ın
aynı adlı kitabından uyarlanan dizinin pilot bölümünü 2013 yaz başında izlediğimde
aynı hataya ben de düştüm. Lost’u
almışlar, daha genç bir kadro üzerine kurmuşlar ve ısıtıp önümüze koymuşlar
diyerek dizinin asıl yayını başlayana kadar aylarca söylenmiştim. İlk bölümün
finalinde gelen “burada yalnız değiliz” sürprizi sürpriz olmaktan çok uzaktı,
hikaye dar bir çerçeve içinde anlatılıyordu ve oyuncular henüz karakterlerine
oturmamıştı. Kitabı kapağından, diziyi pilot bölümünden yargılama demiş
atalarımız. Çok da haklılar.
The 100, nükleer bir felaket sonrası
uzayda bir koloni halinde yaşamak zorunda kalan insanlığın tam kaynakları
tükenmek ve yitip gitmek üzereyken çeşitli suçlardan ölüme mahkum edilmiş yüz
genci yaşanılırlığını test etmek üzere Dünya’ya gönderip kurban etmesiyle
açılıyor. Gençlerimiz Dünya’da yalnız olmadıklarını, maruz kaldıkları radyasyon
yüzünden çeşitli değişimler geçiren, kendilerine has bir dil oluşturmuş vahşi
yerlilerle mücadele etmek zorunda kalacaklarını çok geçmeden anlıyor. Uzayda
ise hayata tutunmaya çalışan insanlar arasında politik güç savaşları, ihanetler,
içten yapılan pazarlıklar ve çeşitli entrikalar kol geziyor.
Uzay gemisinin
demir duvarlarından başka hiçbir şey görmemiş gençlerimiz yeşilliklerin,
toprağın, taze suyun ve radyasyon soslu oksijenin tadını çıkarırken bir The CW
dizisi izlediğimiz için bol bol aşk meşk, sevişme sahnesi ve ergen öfkesi
bekliyorsunuz. Yanılgınız işte tam burada başlıyor. İddialı bir cümle
kuracağım: The 100, Battlestar Galactica’dan
bu yana bilim-kurgu türünü temel alan en sağlam hikayeyi anlatıyor bizlere.
Zaten Battlestar Galactica ile çok
sayıda ortak noktası var, ki bunlardan biri de kadrosunda bol miktarda Galactica oyuncusu barındırıyor olması.
Bir diğeri de politika, insan hikayeleri, kahramanlık, Tanrıcılık oyunu, askeriye
ve aile üzerine haddinden fazla derinlikli cümleler kuruyor olması. Elbette ki
aşk da var, gençlik buhranları da var… Ama kim demiş bunların konu edildiği
işler her zaman “çöp” olur diye? The CW’yu bırakın, tüm televizyon aleminin
suyunu çıkardığı aşk üçgeni klişesini bile en az The Good Wife kadar, hatta belki ondan daha çok yıkıp geçiyor The 100. Sırf bu tuzağa düşmediği için
bile şapkamı çıkarır, önüne koyarım.
The 100'ta gençler, yetişkinler kadar güçlü ve yetki sahibi.
Hayatları boyunca
yamalı kıyafetler giyen, nüfus kontrolü kanunları gereği kardeş yüzü görmemiş,
Dünya ve “normal hayat” hakkındaki bilgileri sadece kitaplara dayanan bir grup
genç düşünün. Rehabilitasyona inanacak fırsat olmadığı için her türlü suçun
idam ile cezalandırıldığı, alınan her nefesin gemidekileri insanlığın sonuna
bir adım daha yaklaştırdığı bir yerden kurtulup tamamen özgürlüğüne kavuşan yüz
genç. Evin anahtarlarını ergen çocuklarına bırakıp hafta sonunda tatile giden
ailenin döndüğünde evin altüst olduğunu görmesi gibi masumane bir durum değil
bu. Bu gençlere Dünya’nın anahtarı bırakılıyor ve eve sahip çıkmaları
bekleniyor. Daha ilk bölümden çatışma ilmek ilmek dokunuyor. Bir grup genç
kendilerinden beklendiği gibi davranıp ebeveynlerinden kurtulmanın sevinciyle “dağıtmaya”
başlıyor. Günlük hayatımızda da olduğu gibi bir grup ise sorumluluk ve görev
bilinciyle derhal işe koyuluyor. Bunların başında ekibin doğal lideri Clarke
geliyor. Yıllar sonra çağımızın en sağlam kadın kahramanlarından biri olarak anılacağı
kuşkusuz olan Clarke babasını kaybetmenin zorluğu ve doktor olan annesinin
yaşadığı sorumluluk bilincinin üzerindeki yansımasıyla yaşından çok daha olgun
biri olmuş çıkmış. Bıçak kadar keskin zekası, doğal karizması ve kararlı
yapısıyla grubun aklı başındaki insanlarına liderlik yapmak üzere gönderilmiş
adeta. Clarke’ın genç bir kızdan bir toplum önderine dönüşme hikayesi nefes
kesiyor.
Dünya’da yaşayan
yerliler ile gençlerimiz arasında çok geçmeden büyük bir savaş başlıyor.
Amerikan yerlileri ile kıtayı güya keşfetmeye gelenler arasındakinden farksız
bir alan kavgasından söz ediyorum. Hayatın zorlukları yüzünden acımasız
avcılara dönüşmüş bir gurup “vahşi” ve teknolojinin nimetleri ile öyle ya da
böyle “ilerlemiş” modern insan arasındaki amansız mücadelenin vücut bulmuş
halini izliyoruz ilk sezon boyunca. İki farklı toplumun kendine has yaşam
biçimleri, kendine has kuralları var. Ve aynı yerde yaşamak zorunda kalan ve
birbirinden bu kadar ayrıksı her insan topluluğu gibi müthiş bir çatışma
içerisindeler. Barış görüşmeleri genelde kanlı sonuçlar doğuruyor. Her iki
tarafın da güçlü liderleri var ve her iki tarafın da haklı olduğuna dair inancı
sonsuz. Tanıdık geldi mi?
Dizinin ilk
sezonu bu çatışmayı çözmeye çalışmak ve bizi nükleer felaket sonrası elimizde
kalan dünyanın zorluğuna alıştırmakla geçiyor. Sezon finalinde ise son yılların
en sağlam kancasını atıyor ve dünyasını neredeyse dört katı genişletiyor. Bu
dar hikaye nasıl gidecek derken yazarlar resmen etraflarına örülü dört duvarı
da patlatıyor ve kendilerine uçsuz bucaksız, çok da verimli dev bir alan
açıyor. Gençlerin dünyasında otorite kurmaya çalışan yetişkinler, küçük bir
tarikat gibi yaşayan ve her türlü “kötülüğü” kendine hak bilen seçkin bir
sınıf, Dünya’da kalıp bir şekilde hayatını sürdürebilmiş ancak ikiye bölünmüş
bir avuç yerli, Dünya’ya ceza olarak gönderildikten sonra kendilerine bir hayat
kurup kendi oyunlarını oynamaya başlamış gençlerin kontrolü bırakmama çabaları,
tıbbi deneyler, liderlik çekişmeleri ve her hafta daha da ileriye götürülen
müthiş bir hikaye…