Uzun bir aranın ardından biriktirdiğim cümlelerle yine Tuna’nın kapısının önündeyim. Ne elimde çiçek, ne de sırılsıklamım… Haftalardır kafamı kurcalayan bir sorunun yanıtını bulmuş olmanın sakinliği var üzerimde.
Ben hikâyenin başından bugüne Yiğit Balcı’nın hiçbir noktasını kendime neden yakın bulamadığımı sorup duruyordum. Doğru düzgün bir adamdı, yakışıklıydı, Deniz’in çocukluk aşkıydı... Hatta birbirlerinin ilk aşkıydı onlar. İlk bölümlerde, henüz Tuna’nın neresinden kanadığını bilmediğim zamanlarda yani, Tuna’yı da sevmiyordum ama Yiğit Balcı’yı ayrıca sevmiyordum. Nedendi?
En başından beri aslında, farkında olmadan kafamda hep kıyaslamışım Tuna ve Yiğit Balcı’yı. Hangisinin eksisi artılarını götürmüş, kim öne geçmiş ya da berabere bitmiş…
Terasta geçen konuşmayla anlayabildim durumu ancak. Niyetim kimin acısı daha büyük diye tartışmak da değil. Anlamaya çalışıyordum ve sonunda anladım.
Yiğit, kiloları ile ilgili sorun yaşadığında ya da yalnız hissettiğinde önce annesinin hayaline sonra da Deniz’e sarılmış hep. Amerika’ya gittiğinde de değişmemiş durum. Ne kadar yenilirse yenilsin hayaline de olsa sarılabileceği gerçek kişileri varmış.
Deniz’in eli değmiş hayatına. Biri onun yarasını o göstermeden bulmuş. Canı yanmasın diye yarasına üflemiş, yarası geçene kadar üflemek istemiş.
Yiğit ne kadar acı yaşamış olursa olsun ve ne kadar inkâr ederse etsin asla yalnız değilmiş. Zihnim, benden habersiz bunu fark etmiş ve bu detayı atladığı için onu uzağa bir yere koymuş. Yanlışı var diye değil görmezden geldiği bir doğrusu var diye…
Tuna hayata yüreği kendinden yorgun başlamış. Ne, yarası olduğunu oluk oluk kanamadan önce fark etmiş ne de o yaraya nasıl bakılması gerektiğini bilmiş. Aklı yaşadıklarına, ilk yumruğunu yedikten sonra ermiş.
Yüzmeyi bilmeyen bir ördek yavrusunu suya bıraktıklarındaki gibi önce şaşırıp irkilmiş sonra çırpınmış, en sonunda da kendine bir ritim tutmuş.
Yere düştüğünde, dizi kanadığında, kaşı açıldığında acısı için bağırmak yerine ayağa kalkıp kaçmayı ya da karşılık vermeyi öğrenmiş. İşini ciddiye aldıkça daha çok takılıp düşmüş. Savaşı kazanabilmesinin tek yolunun hayatı ve acılarını ciddiye almamak olduğunu anladığında ise ilk ilmekten başlamış zırhına. Her attığı kahkaha ile yediği yumruğun şiddetine göre bir ters bir düz örmüş.
Varlığının nasıl hissettirdiğini bilmediği bir şeyin yokluğu ile sınandığını fark edene kadar asla bir hamlede bulunmamış. Ne zaman ki hayatı dalgaya alıyor diye kızdığımız adam bir gün o dalgalarda denize karışmak istemiş o gün öğrenmiş savaşacağı başka konular da olduğunu. O gün gelene kadar da tüm acılarını zırhının ardına tutuşturmuş. Onu öldürmeye yetmeyen şey onu kısmen de olsa güçlendirmiş.
Yiğit’in ne kadar çok tutunacak gerçeği varsa Tuna’nınki de o kadar eksikmiş. Bir yanda varlığını görmezden geldiği şifalarıyla duran, eli tutulan; diğer yanda bilemeyeceği bir hayattan kopartılan, elinden tutması gerekenleri asla tanımayan…
Tarafsızım diyemem bu karşılaşmada. Yiğit’in acısını da küçümsemiyorum kesinlikle. Ama üzgünüm, Tuna ile aramda kelimelerle ifade etmeye çalışırken güçlük çektiğim bir bağ var. Onu tanıyorum ben. Tuna’yı biliyorum. Canının tam olarak hangi noktadan yandığını, tek bir kişi üflemediği sürece kasırgalar esse de geçmeyeceğini biliyorum. Kendi kendine düğüm olduğunu ve inatla çözülmek istemediğini de. Kalp sancısını sırf Deniz’den geldiği için içine kattığını da…
Tuna, yaralarına şiir basılası adam; Tuna ki, elleri Büyük Saat; Tuna, içi çocuk kalan…
“Tüm kafiyelere göğüs gererek noktalama işaretlerini ve bütün kuralları karşıma alarak söylüyorum
Çocuğum
Seni seviyorum.”*
*At Kafası dergi