Sen Benimsin: Erotizmin zirvesinde tehlikeli oyunlar

Sen Benimsin: Erotizmin zirvesinde tehlikeli oyunlar
Tehlikeli yakınlaşmalar

Melissa P. ile hayal kırıklığı yaşattıktan sonra 2011’de ülkemizde vizyona giren Benim Adım Aşk ile hepimizi büyüleyen İtalyan yönetmen Luca Guadagnino, bu kez !f İstanbul’da da gösterilen son filmi Sen Benimsin ile konuk oluyor salonlara. Başrol oyuncularının başarılı performanslarından ve görselliğinin gücünden destek alan film Benim Adım Aşk kadar olamasa da yine de etkileyici ve dikkate değer denebilir. İtalya’nın yakıcı güneşinin ve yıldızlı gecelerinin arasında yaşanan dörtlü bir ilişkinin aynı ölçüde yakıcı ve göz alan öyküsünü anlatan Sen Benimsin gözlere ve kulaklara ziyafet çekerken bir yandan da hafif hafif tokatlıyor seyircisini.


Tilda Swinton gerçek bir stil ikonu

Marienne ses tellerinden ameliyat olmuş ve bir süre konuşmaması gerektiği için genç belgesel yönetmeni sevgilisi Paul ile birlikte İtalya’da bir yazlık eve kapanmış rock yıldızımız. İkili pek konuşmadan-buna ihtiyaç duymadan-yiyip, içip, gezip, sevişerek gayet keyifli bir tatil geçiriyorlar. Marienne’in eski yapımcısı ve de sevgilisi olan Harry aniden, haber bile vermeden damdan düşer gibi yanlarına geliyor. Üstelik de Marienne’in varlığından bile haberi olmadığı kızı Penelope ile birlikte. Oldukça gürültücü, geveze, şakacı, sürekli dans eden, şarkı söyleyen, havuza soyunup çırılçıplak atlayan delidolu Harry ve oldukça famme fatale bir hali olan Lolita görünümlü kızı ikilinin dengesini bozuyor gelir gelmez. Geçmişte kalan aşklar, üzüntüler, hayal kırıklıkları su yüzüne çıkar gibi oluyor. Üstelik sinemanın da edebiyatın da çokça faydalandığı, adına “ménage à trois” dediğimiz üçlü erotik birliktelik burada genç Penelope’nin de devreye girmesiyle farklı bir boyut kazanıyor. Geçmişlerinin yükünü sırtlarında taşıyan bu tuhaf topluluk birlikteliklerinin yarattığı erotik gerilimi kendileri hissettikleri gibi seyirciye de ziyadesiyle hissettiriyorlar. İtalya’nın doğal güzelliklerini sonuna kadar kullanan yönetmen, yazlık evi ve bahçesindeki havuzu adeta canlandırıp adeta hayat üfleyen görüntü ve sanat yönetmenleri, hedonizmi kıyısında değil de tepesinde yaşayan bu insanları ve onların duygusal gel-gitlerini perdeye olabilecek en iyi şekilde yansıtıyor. Oyuncular için özellikle bir şeyler söylemek gerek. Dakota Johnson, Grinin 50 Tonu’nda gösteremediği ne varsa bu filmde gösteriyor diyebiliriz. Suskun ve her şeye kızgın bir ergen olarak girdiği sahneyi filmin ilerleyen dakikalarında yaman ve fettan bir femme fatale olarak dolduran Johnson, güneşin altında gözlerimizi güneş gibi kamaştırıyor adeta. Hele ki göl kıyısındaki sahne diyelim ve susalım. Matthias Schoenaerts, kırılgan, duygulu genç sevgili rolünde başarılı. İçindeki acıyı gözlerinden okumamız mümkün film boyunca. Tilda Swinton, her zamanki gibi muazzam. Ne oyunculuğuna ne de karizmasına diyecek tek kelimemiz yok. Bu filmde ise sessizliğe bürünmek zorunda kaldığı ve evcilleşmeye çalışırken bir yandan da “eski kendisini” özleyen rock star hali bir harika. Genç rakibesi Penelope’nin “sen ne biçim rock starsın” böyle deyişine aldırmazmışçasına omuz silkerken içinde kopan fırtınayı bastırmaya çalışması çok dokunaklı. Ve Ralph Fiennes. Onun için ne söylesek yetmez. 2 saatlik filmin 1.5 saatini sürükleyen, alıp sırtlayan bir performans sergiliyor, abartılı bir karakterin abartılı hallerini adeta yıldızlaşarak ve inanılmayacak bir sakinlikle hayata geçiriyor.


Baştan çıkartan lolita

Filmin bütün bu iyi yanlarına rağmen çıtasını aşağı çekense karakterlerin geçmişleriyle bugünleri arasında köprü kurmaya çalışan geri dönüş sahneleri. Bu flasback’ler bize karakterler hakkında fikir veriyor evet ama bir sürü de boşluk bırakıyor. Yönetmen bu tekniği dörtlümüz hakkında daha derinlikli şeyler görmemiz için yaptıysa yeterli değil ya da yanlış bir şeyler izletiyor bize. Bu geri dönüşler hiç olmasa ve ben bu kadarını göstereceğim size deseydi belki daha doğru bir tercih olabilirdi. Öte yandan bu da gerçekten daha derinlikli bir karakter yaratımı ve dramatik çatı gerektiriyor ve filmin en büyük eksiği de zaten bu.


Dakota Johnson göz kamaştırıyor

Havuza çok kişi girince su bulanıyor, dibini görmek imkânsızlaşıyor. Ya da suya dikkatsizce ve sertçe atlarsanız etrafa sıçrayan sular sıkıntı olabiliyor. Filmin orijinal adının çağrıştırdıkları, Marianne, Paul, Harry ve Penelope arasında geçenlerin de bir özeti gibi gerçekten. Hem erotik hem de homoerotik (Paul ve Harry arasındaki ilişkinin kriminalize [bile] oluşuna bakın) gerilimlerin tavan yaptığı, gerçeklikten epeyce uzak zevk-i safa âlemlerinde yaşayan ama kaçtıkları her şeye yakalanan bu insanlar filmin sonunda yerel otoritelerle haşır neşir oldukça farkına varıyorlar içinde yüzdükleri suyun ne kadar sığ olduğunun. Biz de onlarla birlikte (belki onlardan bir nebze daha önce) uyanıyoruz rüyadan. Hayat başka türlü bir şey çünkü; biz istemesek de. İyi seyirler.


BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER