Mustang
filmi hakkında İnebolu/Kastamonu’da yaşayan beş kız kardeşin hikayesini
anlattığını bilmem dışında bir şey bilmiyordum. Çünkü film, “beş kız kardeşin
özgürlük mücadelesini anlatıyor” diye lanse edildi. Bu yıl Fransa adına Oscar adayı olan Mustang filmine dair hisslerimi anlatmaya çalışacağım. Öncelikle filmi genel olarak beğenenlerdenim. Kadın
hikayelerine hem ekranda hem de beyaz perdede çok ihtiyacımız var. Görünür
olmayınca yok sayılan kadın sorunlarının anlatılmasını önemli bulanlardanım. Bu nedenle, filmin
genç kadın yönetmeni Deniz Gamze Ergüven’e teşekkür ederim.
Çocuktuk, büyüttünüz, kirlettiniz.
Bu açıdan film, bu ülkede kadınsan özgürlüğünün
ergenliğe girdiğin anda elinden alınmaya başladığını güzelce aktarabilmiş.
Toplumun cinsiyetçi ikiyüzlülüğünü ustaca yansıtmış. Erkeklere “erkek olma”
yolunda mubah olan her şeyin (cinsellik, bedenin fütursuzca sergilenmesi) kız
çocuklarına ayıp ve günah olmasını pek güzel anlatmış. Her yaştan erkeğin ergenliğe
giren kız çocuklarına bakış açılarını, kız çocuklarının aile ve akrabaları
dışında da diğer insanlar tarafından gözetlenmelerini ve hatta
ispiyonlanmalarını, kadın olarak bedenini ve cinselliğini sağlıklı bir şekilde
keşfetmek yerine eve hapsedilmeyi, kadın olarak doğduğun için utanmamıza ve pişman olmamıza neden olan toplum baskısını anlatabilmesi filmi beğenmeme sebep olan
unsurlardan.
Öncelikle, filmin hikâyesinin bir geçmişi yok. Hikâye, sanki
o gün siz ona baktığınızda başlamış gibi. Bu beş kız kardeşin geçmişlerine dair
bir şey bilmiyoruz. Film boyunca da ima edilmiyor. Film bir bakıma o beş kızı,
siz baktığınızda var ediyor. Görmezseniz yoklar. Tıpkı aile içi şiddet ya da taciz gibi. Bu kızların ne öteleri var ne gelecekleri. Siz baktığınız
müddetçe varlar. Tıpkı yaşadığımız toplumdaki kadın hallerimiz gibi. Görünür
olmazsak, adsız ruhlar olarak varız ya onun gibi.
Hapishanede olsak da bronz ten önemli.
Filmde anlatılanlar çok önemli ve doğru olsa da, filmin hikayesi gerçekçi gelmiyor. Çünkü
filmin bu hikayeye dair temelleri yok. Bir varmış bir yokmuş gibi. Çok çok uzak
diyarlarda yaşanan masallar gibi. Bu hissi yaratan bir diğer unsur, genç kadın
oyuncuların mekana, olayın geçtiği ortama, yaşama çok yabancı kalmaları.
Anlatılan hikayeleri içselleştiremedikleri için bunu size de aktaramıyorlar. Özellikle
mimikleri ve dil kullanımı Almanya’dan kuzenlerimiz gelmiş de Kastamonu’ya,
Türkiye’ye yabancılar gibi. Uzak bir duruşları var. Filmdeki beş kız kardeş, hikayeleri,
yeterince derinleştirilmeden, deli dolu gençler olarak yansıyor. Bu da anlatılanların altını doldurmuyor. Bu beş genç oyuncu arasında en beğendiğim performans Lale'yi canlandıran oyuncu Güneş Nezihe Şensoy'a ait. Fimdeki tüm kadın oyuncular içerisinde, hikayeye inanan ve içselleştiren tek oyuncu oldu benim için. Hakkında ayrıntılı bir yazı için tıklayınız.
Yaşasın kız kardeşliğin gücü!
Film çok önemli kadın sorunlarını ele alıyor. Ancak
kameranın duruşu, yönetmenin gözü (kadın olsa da) eril bakıştan kurtulamıyor. Beş kız kardeş, kadın olmaya
başladıkları andan itibaren, toplumdan izole edilerek eve hapsediliyorlar. Dün
oyun oynarlarken, bugün “ev kızı” olmayı öğreniyorlar. Ancak film bu kadınlara
teğet geçiyor. Bu beş kız kardeşin hayalleri neler, ne olmak istiyorlar, ne
okumak istiyorlar dillendirilmiyor. Bir anda eve hapsediliyorlar. Ancak film
öyle bir gösteriyor ki bu beş kız kardeşin elinden alınan sanki sadece
istedikleri gibi gezip tozmaktan, istediklerini giyinmekten ibaret. Özgürlük, Fransız devrimine ait bir kavram sanki.
Başka bir
deyişle, bu filmde de bu kızlar sadece bedenleri ve cinsel arzuları ile varlar.
Birey olarak yoklar. Beş tane kız kardeş olmasına rağmen, birbirlerinden farklı
kadınlık deneyimleri yok. Evin camlarına, kapılarına kilit vurulmasına rağmen,
kamera evin içerisinde yine bu kızların bedenlerine odaklanıyor. Özledikleri sadece kilitlerin ardında kalan erkekler ve cinsellikmiş gibi. Ve bu durum
beni rahatsız etti. Genç kadınların bedenlerini ekranda görmekten rahatsız
olmadım ama bu kadınların sadece bedensel ve cinsel enerjiden ibaretmiş gibi
yansıtılmasından hoşlanmadım. Büyümekte olan genç bireyler olarak yoklar. Arzu nesneleri olarak varlar yine. Yukarıda da dediğim gibi bu kızları toplum böyle görüyor ama yönetmenin bakışı da bu şekilde devam ediyor. O eril dilden kurtulamıyor.
Yazı devam ediyor...