Hangi Çocuklar Duymasın?
Cansu Mimaroğlu
Başladığı günden beri bir sürü kanal değiştiren, ilk yayınlandığı tarihi dahi hatırlamadığım Çocuklar Duymasın dizisi, 2017 versiyonuyla dün akşam karşımızdaydı. Ekran başına geçtiğimde, eski bir komşumuz yurda dönmüş de, ben de onu ziyarete gitmişim gibi hissettim. Nerede kaldığımızı bile unutmuştum. Kim neredeydi, hangi işi yapıyordu, çoluk çocuk ne alemdeydi merak ettim. Fakat zaman geçtikçe, sohbet çok demode, çok bilindik gelip de beni pek sarmayınca “Ocakta yemeğim var.” bahanesiyle ilk yayından sıvıştım. Ama sonra tekrarına denk geldim gene ve gördüğüm bir sahne üzerine sinir olarak bu satırları yazmaya karar başladım.
Ortada, ebeveyn kavgalarını duymasından imtina edeceğimiz, psikolojilerinin bozulmasından korkacağımız çocukların kalmamış olması, dizinin adını güncellemeyi gerektirmiyor olabilir. Ama senenin 2017 olması, eskiden savunulan ve eğlenceli bulunan bazı fikirlerin ve komedi anlayışımızın güncellenmesini gerektiriyor bence. Mesela iş yerlerinde, okullarda, sokaklarda veya yurtlarda taciz, tecavüz haberlerinin son derece ayyuka çıktığı bir devirde, işyerinde “Dosyalara bakalım mı ehi ehi?” teklifi, bir espri olarak komik gelmiyor bana, asla! Televizyonlar topluma örnek olmak, toplum ahlakını düzenlemek zorunda değiller. Ama bunu “tatlı insan” kılıfında sunmak zorunda da değiller. Televizyonda her şey yayınlanabilir olmalı bence, ama benim kırmızı çizgilerim olan şiddet, taciz, aldatma gibi konularda, bunun peşi sıra antitezinin de öne sürülmesi gerektiğini, bir kimse yanlış davranıyorsa sırf sevilen karakter(!) böyle davrandığı ve peşinden gülme efekti eklendiği için korunmaması gerektiğini düşünüyorum. Mesela aynı şey kendi başına gelse dünyaları ayağı kaldıracak olan sözüm ona duyarlı Meltem’in, karakter tutarlılığı adına İsmail Bey’i ayıplaması, silkelemesi gerekiyor. Yahut karısı birazcık kısa etek giydi diye buna zamanında öfkelenen taş fırın erkeği Haluk’a biri, kadının giydiği eteğe değil de, ona sulanan erkeğe esas olarak kızılması gerektiğini, bu duruma sadece göz devirmekle tepki göstermiş olmadığını hatırlatsa iyi olur.
Peki ya, damperlerinden savrulan malzemeler veya aşırı hız yüzünden bir sürü can aldığı haberlerde bangır bangır çıkan hafriyat kamyonlarının trafikte yarattığı terörü ben İstanbul’da yaşamamama rağmen bilirken, depreme karşı hazırlıklı olmak adına başlatılan kentsel dönüşüm, çıkış noktasını unutarak rantsal dönüşüme dönüşmüşken, koskoca inşaat mühendisi Haluk’un düzgün yapılaşmayı savunmak yerine aksini, son derece cahilce ve tamamen demagoji yaparak savunmasına ne diyeceğiz? Üstelik daha geçen gün gazetede, sarı damperli bir kamyonun motosikletli birini ezerek öldürdüğü haberi çıkmışken, kamyonların kendisini sıkıştırdığından bahseden Selçuk Bey’e “Diğer araçlar da dikkat etsin, gerekirse kenara çekilsin. Onlar kamyon, kör noktaları var tabii.” diyen Haluk’un nereye koyacağız? Ne yani, evlerine ekmek götürüyorlar diye, arada sırada bazılarını suç işlemesine müsamaha mı gösterelim? İşlerini düzgün yapmalarını talep etmeyelim mi? Eğitim cehaleti alır demişler, baki kalanın ne olduğunu sanırım hepimiz biliyoruz.
Bütün gün boyunca, kendisine katlanmaları için aslında ortada hiçbir sebep bulunmayan karısı ve en samimi iki dostunun söylediği her şeye hoyratça, etrafındaki insanları ve tercihlerini mutlaka aşağılayarak karşı çıkan, cehaleti savunacak noktaya gelen bir adam günün sonunda “Benim ülke sevdam da, Meltem sevdam da bitmez.” diye hamaset yapınca, “Ay ama aslında özünde sevecen, iyi bir adam.” diye düşünemiyorum, üzgünüm. İletişim kurduğu öteki karakterler ve onların talepleri de iyice karikatürizeleştirilerek kendisine asist yapılıyor ve tüm çatışma da buradan kuruluyor farkındayım. Ama Haluk bu kadar hırçın, iletişime kapalı ve dediğim dedik bir şekilde çizilince “halkın bağrından kopup gelmiş Anadolu erkeği”, kendi deyimiyle “taş fırın erkeği” imajı pekişmiş olmuyor. Ben böyle bir karaktere taş fırın değil, taş kafa derim.
Mesela kimse yer sofrasına laf etmemiş, küçümsememişken, onun masada yemek yemek gibi gayet normal bir aktiviteyi “sosyetikleşmek” olarak değerlendirip küçümsemesi son en hafif tabirle can sıkıcı. Onca kavgaya, boşanma teşebbüsüne rağmen Haluk evrimini bir türlü tamamlayamamışken, kültürlü, modern, çalışan kadın olan ve yer yer hakkını savunduğu için feminist olmakla suçlanan Meltem’in, Haluk’un gitgide artan kibrini kabullenmesi sinirimi bozuyor. “Ekranlardaki drama sevdasının içinde fresh bir aile işi işte, gül geç.” diyebilirsiniz elbette. Ama sırf büyük(!) dramların yerine izlemeyi tercih ettiğim aile hikayelerini, kendince bir komediyi barındırıyor diye neden bu bakış açısıyla “kötünün iyisini” kabulleneyim ki? Neden daha kalitelisini istemeyeyim? Bin yıldır gram değişmeyen Hüseyin-Emine ikilisine eklenen, kaynana komedisinin(!) kulaklarımı tırmaladığından, ev dekorasyonlarının da gözlerimi kanattığından bahsetmek dahi istemiyorum.
Ya Haluk eskiden bu boyutta, bu kadar rahatsız edici bir mağara adamı kıvamında değildi ya da hep böyleydi ama ben büyüdüm ve kendimce hayatın ve ülkenin gerçekleriyle bir parça karşılaşınca onu itici bulmaya başladım, bilemiyorum. Ama eski Çocuklar Duymasın’ı sevdiğimi, hiç değilse çocukluğuma ait bir anı olduğu için saygı duyduğumu biliyorum. Bazı şeyleri olduğu yerde bırakmakta fayda var bence. Ama eski dizilere düşen koca reyting dilimini ben yiyecek olsaydım, aynı anılara saygılı davranmayı umursamazdım belki de, kim bilir…