Hayatımın
depresyonlardan depresyon beğendiğim bir dönemindeyim. Geçen gün You’re the Worst izlerken (yoksa siz
hala?...) Gretchen’in kronik depresyon hastalığından mustarip olduğunu Jimmy’e
itiraf ettiği sahnede yine yeniden kendimden geçerken sevdiceğimin alelade bir
şekilde “Ee, ne abartıyorlar?! Sende de var aynısı, bir şeycik olmuyor,”
demesiyle depresyonu ne kadar normalleştirdiğimizi fark ettim, içim acıdı.
İşten, evden, sevgiliden, anneden-babadan memnun olmamaktan öte bir şey bu sonuç
itibariyle… Sağlıklı beslenme için dedikleri gibi: bir yaşam biçimi.
Uzun zamandır yazmıyorum. Çünkü uzun zamandır, izlediğim şeylerden keyif almayı
başaramıyorum. En sevdiğim dizilerin yeni sezonları gelip geçiyor; “vay, çok
güzel” ana fikirli tweetlerle düşüncelerimi geçiştiriyorum. Bir dizinin yeni
bölümüne dakika saydığım, yeni sezon haberlerini internete düşer düşmez
içselleştirdiğim günler geri gelecek mi bilmiyorum; bu kadar çok şey izlemek mi
artık her şeyi normalleştirmemi, hiçbir şeye heyecanlanamamamı sağladı, emin
değilim. Ama BBC’nin artık sadece online yayın yapan BBC Three kanalında
yayınlandıktan sonra Amerika topraklarına Amazon sayesinde geçiş yapan Fleabag uzun zamandır karşıma çıkan ilk
istisna oldu.
Broadchurch ve yine bu sene beni eğlendiren dizilerden Crashing ile tanıdığımız Phoebe
Waller-Bridge’in kaleminden çıkan ve bedeninde hayat bulan pire torbası lakaplı,
adını hiç öğrenemediğimiz karakterimiz Londra’da batmak üzere olan bir kafe
işleten modern bir şehir kadını. Dizi ilk başta artık görmekten bıktığımız
modern genç yetişkinlerin seks hayatlarıyla ilgili olacağı intibaıyla can sıksa
da çok geçmeden hikayenin birçok katmanı olduğu ortaya çıkıyor. Fleabag’in en
yakın arkadaşı ve iş ortağı intihar etmiş, kızımız kağıt üzerinde “olması
gereken” kategorisindeki uzun süreli ilişkisine bir türlü tutunamamış,
ablasıyla arasında adı konulamayan bir anlaşmazlık var, anneleri ölünce vaftiz
anneleriyle evlenen babası pasif hayatının sona ereceği güne geri sayımda, üvey
annesi ise pasif agresif bir yaşam biçimiyle ortalığı çaktırmadan darmaduman
etmekle meşgul.
Yazının başındaki
onca cümleyi bana acıyın diye yazmadım elbette. You’re the Worst örneğini de (yoksa siz hala izlemediniz mi?!) boşuna
vermedim. Fleabag de bahsi geçen
meret depresyonla hamuru yoğrulmuş bir komedi. Ama “komedi” kisvesiyle yayına
giren post-modern sanat dizilerinin aksine seyirciyi kahkahalarla güldürecek
anlardan arınmış değil, malzemelerinin dozu çok iyi ayarlanmış. Altı bölüme
sindirilmiş “tam” hikayesi ile bir çırpıda bitiveriyor. Bir yandan gülerken bir
yandan anlamlandıramadığınız bir şekilde gözlerinizi kurularken buluyorsunuz
kendinizi.
Dizi utanmazca
algılarınızla oynuyor. Fleabag, seyirciyle belki de haddinden fazla birebir
diyalog kuruyor. Dizideki karakterlere değilse bile size o an ne hissettiğini
saniye saniye aktarıyor. Normalde dördüncü duvarı yıkan işlere tahammülüm
olmasa da Fleabag bu yöntemin
hikayeciliğe ne denli derinlik katabileceğini kanıtlamaya ant içmiş bir
kusursuzlukla bu işi kotarıyor. Siz empatinin doruklarında gezinip her
gelişmede “Hepimiz Fleabag’iz!” nidaları haykırmak isterken o durup düşünmenize
fırsat vermeden başka bir yumruk savurmaya başlamış oluyor. Sizi biraz yoruyor
belki, defanslarınız indiği için korkuyorsunuz, kendinizden bir şey bulduğunuz
için sevdiğiniz onca dizinin ardından kendinizin ta kendisini bulduğunuz bu
dizi sizi rahatsız etmeye başlıyor. Nakavt yumruğu geldiğinde ve dizi
bittiğinde, edindiğiniz yeni tecrübe ve bilgilerle derhal ilk bölüme geri
dönmek isteyeceğinizin garantisini verebilirim. Çünkü dizi sadece sizi yerle
bir edecek kadar güçlü değil, kendi kurduğu dünyayı alaşağı edebilecek, aslında
öyle olmadığını bas bas bağıracak kadar da cesur. İzleyince anlayacaksınız.
Bu kadar övgüden
sonra şuracığa kötü bir fragman ekliyor olsam çok üzülürdüm. Neyse ki elalem
nasıl fragman keseceğini biliyor, bizim gibi değil. Son not: Olivia Colman’a bu
diziden sonra tapmayan bizden değildir!