Az sonra okuyacağınızı umduğum yazı benim ilk Fleabag
güzellemem değil. Daha önce de gelip buralarda ‘N’olur izlemeyen kalmasın’ diye
dolanmışlığım var. Şimdi de günlerdir izlemeye kıyamadığım final bölümünü
bitirmiş olmanın sevinci ve üzüntüsü ile karşınızdayım.
Sevinci diyorum zira son bölümde bir kısım olaylar tam da
hayal ettiğim gibi gelişti. Kardeşler arasındaki dayanışma, kızların
babalarıyla bu sefer kalıcı olarak düzelmesi ve büyük kardeşin o aşırı berbat
kocasından kurtulup hayatının aşkını Finlandiya yolundan döndürmek için
havalanına koşması hep gözlerimi doldurdu. Tabii mevzu böyle benim anlattığım
kadar sıradan ve klişe gelişmedi, son dakikaya kadar ‘Acaba?’ dediğimiz,
içimizin hep kıpır kıpır olduğu bir hikaye düşünün. Düşünmeyin ya da, direkt
açıp Fleabag izleyin.
Üzüntüsü diyorum zira uzun zamandır izlediğim en heyecan
verici şey Fleabag’ti sanırım ve biraz daha sürsün isterdim. Dünya üstünde
böyle bir dizi yazan bir kadın olması ile gurur duydum resmen, sanki en iyi
arkadaşım Phoebe Waller-Bridge. 25 dakikalık (yerli dizilerle kıyaslanınca
kısacık diyebileceğimiz bir süre yani) bir sürede insanın bu kadar içine
işleyen, bu kadar vurucu bir iş yapmak her gün her yerde görebileceğimiz bir
durum değil takdir edersiniz ki.
Fleabag’in dönüp izleyici ile konuşması, bizi
davet ettiği o suç ortaklığı, bir yandan onun fütursuzluğundan ürkmemiz, bir
yandan ona sarılıp her şeyin yoluna gireceğini söyleme isteğimiz derken duygudan
duyguya savrularak izliyorsunuz diziyi. Cıvık cıvık cümleler yok, havada kalan
boş bakışlar yok, şaka olduğuna inanmamız beklenen ve mizahtan zerre nasibini almamış
mecazlar yok. Bunların yerine mis gibi bir zeka, hak vermemenin mümkün olmadığı
bir karamsarlık ve bir de her şeye rağmen tadı damağımızda kalan bir umut var. Bir miktar pozitif ayrımcılık yapmaktan geri duracak değilim; burada ışıl ışıl, çatır çutur bir kadın aklı var.
Bence çoktan izlemişsinizdir ama izlemediyseniz her şeyi
bırakın ve koşarak eve gidip Fleabag izleyin. Pişman olmayacaksınız. İyi seyirler.