Özgürcan Çevik: Öldükten sonra hatırlanmak isterim...

Özgürcan Çevik: Öldükten sonra hatırlanmak isterim...
2009’dan bu yana bir adamın bütün dizilerini izler, bütün oyunlarını defalarca seyreder, yer aldığı her filmi sabırsızlıkla beklerseniz içinizdeki röportaj aşkını yalnızca onun söndüreceğini de bilmelisiniz. Röportaj yapmaya niyetlendiğim ilk saniyeden bu yana aklımda tek bir isim vardı: Özgürcan Çevik.

(Özgürcan Çevik’in hayatımdaki yeri ve önemi adlı kompozisyon çalışmamı röportajın sonuna iliştirdim. Merak edenleri son sayfaya beklerim.)

Geleyim o güne… Eğer Ranini’nin ekibindeyseniz röportajlara “kız tarafı gibi erken gidileceğini” bilmelisiniz. Ben de 28 Mart 2015, Cumartesi günü ses kayıt cihazımı ve sorularımı kaptığım gibi anlaştığımız saatten bir saat kadar önce kendimi Ankara Sanat Tiyatrosu’na attım. Ankara Sanat Tiyatrosu! Nasıl anlatsam... Kutsal mekânım. Kendimi sonsuz kere sonsuz rahat hissettiğim, güzel insanlarla dolu, duvarları tarih kokan muhteşem yer! Şanslı ve güzel günümdeydim. İlk önce Yıldırım Şimşek ile sohbet etme fırsatım oldu. Arkasından Hakan Güven ve Mahir İpek. Tanrım, ne kadar şanslıyım! Ardından zat-ı şahaneleri geldi: Selam Özgürcan, biz de seni bekliyorduk! Hal hatır faslından sonra başladık. İlk sorum “Sen mi, siz mi?” oldu. İyi ki “Hiç fark etmez.” dedi. İçimden derin bir "Ohh!" çektim.

"Yaptığım işin bir anlamı olmalı!"

DT: Oyuncu olmaya ne zaman karar verdin, nasıl başladın? Süreçten bahsedebilir misin?
ÖÇ: Bu mesleği yapmaya çok küçük yaşta karar verdim. Tiyatrocu olmak istiyordum aslında, oyuncu da değil. Özellikle tiyatrocu olmak istiyordum. Biraz hareketli bir çocuktum zaten. Topluluk içinde çok rahattım. Sınıfta, evde, aile içinde ya da dışarda çekinmeden bir şeyler anlatabiliyordum, bir konu ile ilgili yorum yapabiliyordum. Biraz özgüvenli bir çocuktum. Komiklik yapıyordum, insanları güldürüyordum. İnsanlarda gülüyordu. Bu da cesaret veriyordu. Baktım ve ben bunu yapabilirim dedim. Keyifli de bir şey. Bir şey anlatıyorsun insanlar gülüyor. Ben tiyatrocu olayım dedim ve 12 yaşında karar verdim. O günden beri de bütün okul hayatım o yönde evrildi. Lisede, 15 yaşından itibaren, lise tiyatrosunda oyunlarda yer aldım. Lise bittikten sonra, 3 yıl Hacettepe Üniversitesi’nde okudum, Turizm Otel İşletmeciliği. Ama biraz ailemin hatırı içi oldu. Ama o dönemde de Devlet Tiyatroları’nda figüranlık yaptım. Hacettepe’den mezun olur olmaz sınavlara girdim ve Bilkent Üniversitesi, Tiyatro bölümünü kazandım. 15 yaşımdan itibaren Bilkent Üniversitesi’nde okuduğum hazırlık senesi hariç her sene sahneye çıktım.

DT: Seni, oyunculuk ile ilgili her platformda görüyoruz. Sahnedeyken ya da kamera karşısında seni motive eden bir soyut unsur var mı? Kalıcı olmak, mesaj vermek gibi?
ÖÇ: Özellikle evde vereceğim mesajları düşünüp de "bu ara şöyle bir mesaj vereyim" gibi bir şey yok ama eğer bir iş yapıyorsam yaptığım işin bir anlamı olmalı ve birilerinin aklına bir şeyler getirmeliyim gibi bir ihtiyaç var. İnsanlara en azından fikrimi, doğru bildiğimi söylemeliyim gibi bilinç altından gelen bir yönelimim var. Kalıcı olmak gibi bir hayalim de var, istiyorum. Öldükten sonra hatırlanmak isterim. Zamanında böyle bir oyuncu vardı, iyi oyuncuydu, çok ilkeliydi gibi. Kötü hatırlanmayayım da. Ama evet, böyle bir derdim var.

"Kendine gel oğlum Kemal, varın yoğun iyi kötü bir aklın. Ondan da olma." Ruhumun Aynası

DT: Televizyondaki en son dizin Ruhumun Aynası’ydı. Tabir-i caizse paldır küldür bitti. Senin için nasıl başlamıştı? Bülent İşbilen’in buradaki rolü var mı?
ÖÇ: Bülent’in rolü sadece bağlantıya geçmek oldu. Dizinin yapımcıları filmi (Şevkat Yerimdar) izlemişler ve çok beğenmişler. O tayfayı toplamak istediler. O yönetmen, o görüntü yönetmeni, o oyuncu. Tuba (Ünsal) esas kızı oynuyordu. Filiz (Ahmet) de kadın başrollerden biriydi. Bülent (İşbilen) sadece benimle iletişime geçerken aracı oldu. Şirket ile görüştüğümde de “Çok güzel bir enerji yakalamışsınız. Yönetmen, görüntü yönetmeni ve esas oğlan olarak üçünüzü istiyoruz, sabit bir parça olarak. Çünkü yine bir mahalle işi ve mahallenin “bıçkın delikanlısı”. Siz de böyle bir film yaptınız ve güzel bir film oldu. Aynısını burada uygulamanızı istiyoruz.” gibi bir teklif oldu. Apar topar bitti maalesef. Reyting kurbanı oldu. Artık Türkiye’de dizi piyasası piyango zaten. Ya tutuyor, ya tutmuyor. Bunun bir şifresi, formülü var mı, bilmiyorum. Ama yedinci bölümde apar topar kaldırıldı.

DT: Devamında neden olmadığını soracaktım aslında.
ÖÇ: Reyting… Aslında reytingleri de kötü değildi. Biraz sabretmek gerekiyordu bence. Yükselebilirdi. O dönem Fox TV’de üç dizi aynı anda başladı. Başlayan diğer iki dizi, Kiraz Mevsimi ve Kocamın Ailesi, kendi günlerinde birinci oldular. Bizimki de dokuzuncu, onuncu oluyordu. Herhalde bu iki dizi tuttu diye bizimkini bıraktılar. Daha fazla masraf etmeyelim diye mi düşündüler, bilemiyorum.

DT: Zehra Çelenk daha önce yapılmayanı yaptı ve Ruhumun Aynası’nın senaryosunu kitaba çevirip edebiyat dünyasına kazandırdı. Bu konuda ne düşünüyorsun? Yeni bir akım başlatır mı?
ÖÇ: Zehra iyi bir senarist. Güzel bir senaryo yazmıştı. Çok umutluydu, herkes gibi. İçten çok sıcak bir hikâyeydi. Güzel bir castı vardı. Ayşen Gruda, Engin Alkan, Aliye Uzunatağan gibi kıymetli oyuncular vardı ve sıcak bir mahalle işi olacaktı. O da çok güveniyordu senaryosuna. Sıcak bir mahalle kurmuştu, iyi bir örgü olacağını düşünüyordu. İstediği gibi olmayınca onun da hevesi kursağında kaldı. Ben olsam, ben de öyle bir şey yapardım. Yedinci bölümde bitirilmiş, arada, yarım kalmış bir hikâye değil; onu tamamlayıp “Madem öyle olmuyor, ben bu hikâyeyi bir şekilde yine ulaştırırım insanlara” deyip kitap olarak çıkarttı.

(Duygu’nun notu 1: Kitabı ayrıca değerlendirmiştim. Ama yeri geldiği için burada da söylemek istiyorum. Zehra Çelenk, darbe yapar gibi bir gecede dizileri yayından kaldıranlara inat, muhteşem bir kitap yazmış. Üstelik devamı da gelecek! Zehra Çelenk’in askerleriyiz!)

BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER