Aşk da acıya dâhil mi?
Tüm masum kalbinle seviyorsun. Umudun oluyor. Geleceğini aydınlatıyor. Biliyorsun ve hattâ o kadar eminsin ki; senin geleceğinin gün ışığı oluyor. Zaman içinde hevesin, nefese dönüşüyor. Bir bakmışsın ki gecende gündüzünde, yalnızlığında şöleninde, deniz kenarında dağ başında; her yerde O beliriyor. Her ânını paylaşmak istiyorsun. Onsuz geçen her sekansı eksik sayıyorsun. Ruhun, tamamen sevgisini ele geçirmiş. Başlarda bu durumu idrak edemiyorsun. O sarsılmaz duvarlarını yıkmak gururuna haksızlık gibi geliyor. Buna alışıyorsun. Kabul ediyorsun. Kimseye karşı hissetmediğin duygular, içini kasırga gibi sarmalıyor.
 
Yıllar geçiyor ve nefesin hâlâ yüreğinde atmaya devam ediyor. Her geçen gün, umudunun içindeki bahar çiçekleri biraz daha yeşeriyor. Araya yüzlerce kilometre girse de, o bir günlük heves dediğin şey nefes olmaya devam ediyor. Artık özleminin kaç dağı devirdiği önemli değil. Sen olmaktan çıkıyorsun. Başkası için yola devam ediyorsun. Biliyorsun ki yolu şaşırdığında bir daha geri dönemeyeceksin. Bu düşünceye bağımlı kalıyorsun. Bir ân önce bitsin de geleyim diye bakıyorsun. Uğruna yaptığın kilometrelerin haddi hesabı kalmıyor. Her seferinde bir adım daha diyorsun. Anlamıyorsun. Ayakta uyuyorsun.
 
Umut; içindeki bahar çiçeklerini yeşertirken, gözünü de kör ediyor. Sonra bir bakmışsın ki yıllarca ayakta uyumuşsun. Olayların, yaşananların önüne geçememişsin. İroni bu ya, durumun ciddiyetinin farkında değilsin. Bir yanda durmadan kendi yetilerini geliştirmekle meşgul oluyorsun. Kim için? Egon için mi? Hayır! Şimdi atmaya devam eden Nefes’in için. Peki, ne oluyor? Ne mi oluyor?
 
Bir akşam, içine sıkıntı çöküveriyor. Arama motorunda gezintiye çıktığında bundan bir süre önce yayınlanan, Nefes Kuşu’nun gazete haberine denk geliyorsun. Başlarda “YOK CANIM!” diyerek kendini kandırıyorsun. Gerçeğe boyun eğmek istemiyorsun. “Kolay kolay şaşırmam.” diyen sen; haberin içeriğine girdiğinde hayatının en büyük şoku ile karşılaşıyorsun. Ekran sana, sen ekrana kaç dakika bakışıyorsunuz? Hani çok sevdiğin birinin ölüm haberini alırsın ve kabul etmekte güçlük çekersin ya? Hah, işte o! Kabul edemiyorsun. İdrak gücün epey zorlanıyor. Son zamanlardaki iç huzursuzluğunun ve gördüğün garip rüyaların sebebi Nefes’in oluyor.
 
Bir gün bu gerçekle yüzleşeceğini biliyorsun. Yalnızca durumun vahametini kabullenmen ve gerçekle yüzleşmen zaman alıyor. Filmlerde de olmaz mı böyle sahneler? Oradaki oyuncular başına gelenlerden dolayı kendinden geçer. Hayat damarlarının hepsinin koptuğunu zanneder. İşte ândan bahsediyorum. Fakat filmler ve gerçekler apayrı. Senin gerçeğin de kaskatı buz kesilmek oldu. Zihnin o görüntüleri silemese de yüreğinin buz kütlesinden farkı kalmıyor. İçin yanıyor. İçin yanıyor; ama eriyemiyorsun. Yalnızlığına söylüyorsun. Bu da içindeki temellerin, yangın yerinden nasibini alıyor.
 
Gaddarlığın ilk defa işe yarıyor (ya da yaramıyor). Zira içinde her ân patlamaya hazır bir volkan yer alıyor. Ne zaman ve nerede patlayacağı da bilinmiyor. Artık tek bildiğin şey; hevesine dönüşen nefesin, yerini dudaklarındaki akşam rakılarına bırakacak.* İçtiğin kadehlerin sebebini kimse bilmese de, yalnızca sen bileceksin. Yitip giden zamanına ve umutlarına kaldıracaksın cam kristalini. Biliyorsun ki “Aşk da acıya dâhil...”. Acı olmadan aşk, aşk olmadan da acı olmuyormuş. Yaşayacağın her ne varsa hepsini bu dünya üzerinde tadıyorsun. Ya ruhun? Ruhun çektiğin acıyı özgürleştirebiliyor mu? “Yeteri kadar acı çektin artık özgürsün!” diyebiliyor mu? Rahmetli sanatçı Ahmet Kaya, zamanında ne güzel demiş? “Acı çekmek özgürlükse, özgürüz ikimiz de!”  Özgürsün Nefes Kuşu! Çünkü sevmek diye bir şey vardı ve sevmek diye bir şey yok. 

Devamı için bir sonraki sayfaya davetlisiniz --->

BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER