“Sanırım aklımı zorlamayan hiçbir şeyi sevmem – “çok” sevmem ve “gerçek” sevmem – mümkün değil. Kiralık Aşk’ı da sanırım bu yüzden seviyorum. Zaman zaman özellikle daha çok… aklımı en fazla zorladığı zamanlarda olduğu gibi. Bugün gibi.
Sadece aklımı değil kalbimi de zorladın, Aşk Acısı! İsminin hakkını verdin. “Bir ihtimal” içtiğim 2 fincan kahveden, “kesin olarak” ise ne düşünsem ne hissetsem bilememekten; nefesim genzime kadar dolup orada tıkanmış gibi kaldım. Neriman’ın gözü gibi benim de dudaklarımın seğirdiğini yakaladım kaç kez, onların aşkının acısı pul biber olup, benim dudaklarıma yapışıp sızlattı sanki.
“Analitik zeka, başa bela!” tabii. Ne sanıldıydı? Benim kafamda durmaksızın her olay üzerine topla-çıkar-böl-itere et fonksiyonlarını çalıştıran dev hesap makinesinin, kalbimde çalkalanıp duran duyguların üstüne oturup kalmasını İso’cum bugün sağ olsun böyle bir cümlede – çok daha anlaşılır –özetledi, var olsun. Çünkü bazen mantık işletmek, doğrusal sebep sonuç ilişkileri aramak, “eğer şu, o zaman bu” gibi çıkarımlarda bulunmak amiyane tabiriyle, ancak baş ağrıtır. Mantığın işlemediği; sebeplerin sonuçlarla, “eğer”lerin “o zaman”larla kafa kafaya tokuştuğu zamanlar vardır. İşte bugün de bu zamanlardandı.
Temelde aklıyla hareket etmeyi kendine düstur edinmiş Ömer de, dışarıdan duygularıyla hareket eder gibi görünmesine rağmen içeride kendine mantığının sınırları boyunca dikenli çitler örmüş Defne de, birbirlerine bulaştırdıkları akıl/ kalp tutulmalarını yaşadı bugün. Bunca dinlememelerin ve kendini dinletememelerin başka bir açıklaması yoktu zira. Ömer’in ondan kaçıncı kez kaçan Defne’nin kapısına o kadar gitmişken tek bir bakışıyla tüm köprüleri yakmasını; Defne’nin de Ömer’in peşinde kendine binbir fırsat yaratmasına rağmen “Konuşmalıyız”dan öte can alıcı bir kelam edememesini başka türlü açıklayamazdık. Ama aşk acısı buydu zaten; aklın, fikrin, kalbin tutulmasıydı.
Defne kendini anlatmaya ne kadar hazırdı, ona da emin olamadım zaten. Bugün gerçekler gün yüzüne çıksaydı, benim kafamda poşeti patlayan binlerce misket ortaya saçılacaktı. Defne’nin o misketleri toparlayabileceğini hissetmedim. Belki o da hissetmediğinden, kendince meramını anlatmaya çalıştığını düşünürken bile aslında ağzından çıkıp çıkabilen sadece “Konuşalım”dı. Ömer “Tamam, konuş.” dese ne diyecekti bilemedim, kafamda o boşlukları dolduramadım. Mantığımın sesi olan İso da, Defne’nin üstüne gider gibi gözükürken aslında bu boşlukları sorguladı. O “Ne diyeceksin?”, “Nasıl anlatacaksın?” dedikçe anladık aslında; Defne’nin kendi doğrularını damıtıp süzmesi lazımdı. Defne’nin borçlu olduğu açıklama; “Bu oyundu, gerçek oldu.” dan öte ifade edilmesi gereken bir boyutta artık.