Bazen söylediğiniz doğru olsa da “Gerçeği söylüyorum, buna inan!” demek onu gerçek yapmaya yetmez. “Nasıl” gerçek olduğunu, “neden” gerçek olduğunu anlatmanız lazımdır ki, gerçeğinizin gerçekliğini kanıtlayasınız. Çünkü gerçekler, sadece inanılmayı değil, güvenilmeyi de beklerler. Sadece mantığa değil, duygulara da seslenmeleri lazımdır. Ömer’in Defne’yi – dinlemeye hazır olacağı zaman – sadece anlayıp inanması yeterli olmayacak o yüzden. Eğer bir şansları varsa bu onu anlamasından, inanmasından çok tekrar güvenmesine bağlı. Defne bu güveni yaratabilecek kadar olgunlaştırdığında kartlarını açmalı. Bugünkü Defne, kırıp döktüğü cam parçalarını alelacele ve panikle toparlamaya çalışırken ellerini kesecekti. Her bir parçayı sakince toplayıp doğru yerden birleştirmeyi becerip birbirine tekrar yapıştırabileceği zaman dinlemek istiyorum Defne’yi ben.  Yani o havuza – mecazi veya gerçekten – düşme ihtimalin varsa Defo, ben biraz daha aşk açısı çekmeye razıyım. 

Defne aniden çöken o kaybetme korkusuyla, daha doğrusu kaybedecek bir şeyinin kalmayacağı gerçeğiyle yüzleşerek Ömer’in peşinden koşadursun; Ömer’in düşlerinden oluşan fay hattı bin bir yerinden kırılmakta, kendini kalesine kapatan prens orada derin bir güven sarsıntısının yıkıntısı altında kalmaktaydı. Ömer beni duysa kendisine prens dememe de kızardı muhtemelen. Bu ima'mı, kibrinden ya da gururundan burnunu Kaf Dağı'nda gördüğüme yorardı. Ona yargısız infaz ettiğini, adaletinin dengesinin şaştığını, kantarın topuzunu kaçırdığını söylemeye getirdiğimi sanırdı. Doğru, biraz ileri gittiği aşikardı. Ama Ömer’inkisi ileri gitmekten ziyade ötelere sürülmek, kendinden fersah fersah uzaklara savrulmaktı daha çok.  Aynen kendi sözleriyle ifade ettiği gibi, “kendisiyle arası açılmıştı”. 

Sana bu hikayeyi yaratanlarca, kendini ifade etme biçimi açısından ne kadar derin bir yetenek bahşedildiğini farkındasındır umarım Ömer! Aslında Kiralık Aşk’ın tüm kahramanlarının - onları iki boyutlu çizimler olmaktan çıkarıp gerçek “şahıs”lar yapan - tek tek şahıslarına münhasır birer “lisan” ve kendilerini ifade ediş biçimleri olsa da; Ömer’inkisi hep biraz ayrı; benzersiz şekilde tok ve damıtık. Bazen “kendimle aram açıldı” kadar şairane; bazen “Ömer değil, Ömer Bey!” kadar dosdoğru; ama daima söylenen duyulanın kat be kat fazlası, gösterilen görünenin binbir katman altı.  

Az ve öz konuşmak yüzyıllardır insanları ketum, mesafeli, soğuk ya da büsbütün içine kapanık olarak etiketleyedursun; az konuşan insan, içine bin konuşup dışına bir konuşandır benim gözümde. Bu nedenle de o “bir”in binlerce sözcükten anlamı daha fazladır.  Ömer’in de dilinden dökülmeyenlerin, aklının süzgeçlerinden geçtikçe bakışlarından süzüldüğünü görürüz biz ancak. Sonunda derdini damıta damıta bir yumru halinde getirir, dudaklarının arasından bırakır: “Kendimle arama bir başkası girdi.” Bu; ancak kendisini çok iyi tartabilmiş bir dimağdan çıkacak bir farkındalıktır. Terk edilen erkek kişi profilinden görmeyi bekleyeceğimiz bir takım ego sarsıntılarından, öfke ve hırs patlamalarından arınmış; kendine dışarıdan bakabilen; içinde neyin, neden acıdığının ayırdına varabilmiş bir aklın süzüp çıkarabileceği bir içgörüdür. Sonunda, kendine ihanet etmiş gibi hissettiğini anlar Ömer, en derinde.  Bugüne kadar tutunduğu tüm dallar sadece kendisine aittir, içindeki fidanı tek başına yetiştirmiştir. Ve belki ilk kez o dallara beraber tutunmak üzere kavradığı elin sahibi; cılız dallarını fırtınaya çalmış, yapraklarını döküp kaçıp gitmiştir. Defne’ye en çok bu yüzden kırgındır. Dallarını kırdığı için. O yüzden Şükrü’ye “Defne’ye eserler, bir gelir bir gider, n'apalım artık biz de kendimize dikkat edeceğiz.” der. Küçük yaşta yapayalnız kalıp kendi kendini büyütmüş bir fidan olan Ömer’in yarasını en derinde buradan alması onun kaderidir; kaçınılmazdır

BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER