Kendini bilen insan candır; o yüzden candır Ömer. Ama haklı mıdır, baştan sonra doğru yapmış mıdır, elbet tartışılır.  Ömer’in bölüm boyunca takındığı tüm sert tavırlarının, kapattığı kapılarının, ördüğü duvarlarının ardında; kendi içine dönmek ihtiyacı yattığını bölümün sonuna doğru anlarız. Yine de bitmez tükenmez dakikalar boyunca suskunluğu, kapalılığı, tek bir sözünden ortaya saçılan öfkesi ve acımasızlığı Defne’yle beraber biz izleyenlerin içini yakar. Aşk acısından kastedilen bu olmalıdır! Defne’yi görünce odasından bir hışım çıktığı an korkudan adeta donup kalırız. Onun aktan birden kapkaraya çalan bu yüzüne şahitlik etmek adeta işkencedir. Ama asistanını gönül ilişkisinden mütevellit mağdur etmeyi kendine yakıştıramayan Ömer’ler ve ıslak üst başıyla kalan sevdiceğe kıyamayan Ömer’ler tüm o karaların içinde inci taneleri gibi parlayarak gönlümüzü alır. “Seni dinlememi bile hak etmiyorsun.” demelerini affetmem Ömer; ama anlarım. Zaten sonunda sen de anlarsın; anlarsın ki elini bir başka avucun içinde nihayet serbest bırakırsın. 

Bölüm boyunca eksikliğini hissettiğimiz – veya, aslında sureti var gibi görünse de benim varlığına inanamadığım – o cesareti ve kararlılığı nihayet Defne ödül törenine gelirken avuçlarının içine almıştır. Korkularına kapılıp sessizce ve kimselere görünmeden çekip gitmelerin insanı Defne, sonunda bu kez herkeslerin görmesini istermişçesine gelir; ve adeta tüm bıraktıklarını bir bir tutup geri alır. Belki ilk kez şu an gönül rahatlığıyla “Yürü be Defne!” denilebilir artık. Ayrıca görmelidir işte Defne; gerçekten çaldığında tüm kapıları aralamak olasıdır. Bahçesinde ürkek kedi gibi dolanmayı bırakıp, kapısına tüm kaplanlığıyla dayandığı zaman, prensi kalesinden çıkarmaya da vakıf olacaktır. 

Kış geliyorsa kalesinden de çıkmalıdır zaten, değil mi? Hem onun rolü bu hikayede prenslik değil, cesur bir kahramanlıktır belki de. Öyküsü tanıdık ama aslında bilmediğimiz, binlerce yıllık olup belki de tekrardan yazılacak destanlara doğru gidiyoruz, heyecanlı! Ömer’in kabuğunda – ve başka pek çoğunun da hayatında -  belli ki yeri olan bir hikayeye doğru açılmanın heyecanını kursağımıza atıp bu bölümü kapattık. Hem Deniz hem Sude, ipliğin boşta kalan uçları şimdilik. Ne kadar düğümlendiklerini görmek için elimizde koca bir yumak var aslında, sabırla çözmek durumunda kalacağımız. Sude’ye Melisa Şenolsun’nun hayat vereceğini öğrendiğimde aklıma düşen “ Çok küçük değil mi?”  sorusuna yine dönüp dolaşıp hikayenin kendisinin yanıt vermesine de on puan! Anlıyoruz ki zaten çatışması, “çok küçük olması”. Deniz’de ise – her iyi düşman hikayesinde olması gerektiği gibi – Ömer’i andıran tarafların olması, ürpertici ve heyecanlı. Hamurlarının tatları, karışımları, kıvamları belki farklı; ama sanki benzer tatların başka biçimlerde yoğrulup farklı derecelerde pişmelerinden kaynaklanan türden bir ayrımları var. Bu Ömer’le Deniz’in sadece tokalaştığı tek bir anın fotoğrafının belki gösteremeyeceği, ama estirdiği rüzgarın hissettirebileceği bir detaydı. Ben hissettim. Veya “Kafam toplayıp çıkarıp bölüp, böyle hesapladı.” diyelim :) Analitik zeka başa bela mı değil mi, göreceğiz İso’cum. 

BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER