Son haftalarda yaşadığımız yer yer trajik fakat bir o kadar da komik gelişmelerin ardından sonunda Kızılcık Şerbeti’nin yeni bölümünü izleyebileceğimizi öğrendiğimde ne kadar sevindiysem (ki bütün haftanın en güzel haberiydi), sezonun kalanı boyunca Nursema’nın tiradını dinlediğimiz 20. bölümden daha yüksek bir sahne ve/veya bölüm izleyemeyeceğimiz konusunda da söylediklerimin arkasındayım. Ama resmin tamamına bakarsak, bunca karalama kampanyasına ve post-modern engellemeye rağmen (Show TV’de bölüm özeti izlerken islamofobi belgeseliyle karşılaştığımız o kısacık ânı ve yaşadığım duygu gelgitlerini hiç unutmayacağım), RTÜK kararının bozularak yürütmenin durdurulmasının, dizinin popülaritesini öyle veya böyle artırdığının altını çizmekte fayda var.
Bu konu hakkında o kadar çok yazılıp çizildi ki ben de tekrar tekrar emek hırsızlığından ve bütün ekibe (ve elbette izleyiciye) yapılan haksızlıklardan dem vurmayacağım. Onun yerine temposu düşse de bizi tanıdıklık hissiyle kendine bağlamaya devam eden hikâyemize yoğunlaşalım.
Öncelikle Kıvılcım merkezli flash disk mevzusunun büyümesini izlemekten o kadar sıkıldım ki bölümün sonunda en azından gerçek suçlular ortaya çıktı diye sevinemedim bile. Yani Kıvılcım’ın her konuda her şeyin en doğrusunu yapmaya çalışması ve bununla övünmesi anlaşılabilir; fakat çevresindeki insanların kendisine neden kırıldığını anlayamaması, bunu illa birilerinden duymak zorunda bırakılması bana mantıklı gelmiyor. Bir insanı idealist olarak tasvir ederken duygusal zekâdan yoksun bırakmaya gerek yok zira. Kaldı ki prosedür doğru ilerlemedi bile. Kuruldan işgüzar bir öğretmenin Metehan’ı polise şikayet etmesiyle başlayan süreç, Ömer’in suçu üstlenmesi ve her nasılsa tutuksuz yargılanmasıyla devam ediyor (bu noktada devreye Ali Babacan’ın girdiği yönünde tarafımca birtakım espriler yapılıyor). Okuldaki öğrenciler sorgulanmıyor bile. Kıvılcım’ın da kuruldaki diğer öğretmenlerin de aklına kameralara bakmaktan (ki sınıflarda kamera olmadığı izleyiciye defalarca hatırlatılıyor) başka bir fikir gelmiyor.
Kıvılcım, Ömer’e hiçbir şey anlatmadan olayı kendi kendine çözmeye çalışmakta haksız. Hatta Metehan’la da doğru dürüst bir ilişki kurmuyor, izleyici için iç daraltıcı bir durum. Tabii olayların sonunda Metehan, yaşının da getirdiği asilikle Kıvılcım’a çıkışıyor. Babamdan sonra en çok güvendiğim insan beni sırtımdan vurdu diyor (ki burası bayağı tatlı bence). Ömer de olayı öğrenmesinin üzerinden bir saat geçmeden kendini emniyette sorguda buluyor. Onun için de kolay kabul edilebilecek bir durum değil. Yani Kıvılcım’ın günah keçisi ilan edilmesi şaşırılacak bir sonuç değil ama çevresinde sevdiği kim varsa, herkes tarafından iyi niyeti sorgulanıyor. Metehan’la Ömer’e zarar verecek bir şey yapmak istemediğini herkese açıklamaya mecbur bırakılıyor. Bu durum da haliyle kırıyor onu. Yani bir oturup konuşsanız, herkes karşısındakini dinlese, birkaç özür dilense çözülecek bir mevzu, karakterlerin iletişimsizlikleri yüzünden sünüyor da sünüyor. Üstelik Kıvılcım ve Ömer ilişkisi, dizinin başından beri iletişim yönünden hepimize örnek niteliğindeydi. Şimdi Ömer çıkıp “Sen bu ilişki için ne yaptın?” diye soruyor Kıvılcım’a, sevgisinden şüphe ediyor. Bu biraz ayıp işte.
Kıvılcım’ın kendisini önce Metehan’a affettirmesi, Ömer’in bu yolla yumuşaması beklenebilir. Ama Kıvılcım’ın tüm bu yaşananlardan ve bilhassa Ömer’den aldığı tepkilerden sonra Ömer’i affetmesi kolay olur mu, orasını bilemem. Çünkü tartışmayı ayrılık zanneden Kıvılcım için, dizideki konumu aşk dertleri dinleyip çeşitli tavsiyeler vermek olan, bir nevi mantığın sesi Fatma’nın söylediği “Yarın seni arayacak, konuşalım diyecek” cümlesi her şeyin çözümü aslında.
“Fatih, saçmalama istersen!”
Fatih’in her fırsatta aşırı hadsiz ve terbiyesiz bir şekilde Kıvılcım’a saldırmasından gına geldiğini söylemek isterim. Gerçekten derdi neyse geçsin kadının karşısına konuşsun artık. Böyle ergenler gibi, neye sinirlendiği belli olmadan, öğrenmeden etmeden bas bas bağırması çekilecek çile değil. Doğa bu adama neden katlanmak zorunda hissediyor, aşk böyle bir şey değil diye düşüne düşüne, çoğunlukla elimde telefonla izliyorum sahnelerini. Ayrıca olayı öğrenince Fatih’in de Pembe’nin de aklına, Kıvılcım’ın Metehan’dan kurtulmak istemesinin gelmesi keyifsiz bir ayrıntıydı. Ya siz nasıl bir ailesiniz? (Farklı mecralarda günaşırı çözdüğüm “Hangi Kızılcık Şerbeti karakterisiniz?” testlerinden birinde Abdullah çıktım geçen gün. Doğa bile bir noktaya kadar kabulümdü ama bu artık şahsıma hakarettir ya. Üzerime doğruluğu kesin olarak kanıtlanmış test atın rica ediyorum.)
Bu kızın baht dönümünden istiyorum acilen.
Nursema’nın yaşadığı onca felakete rağmen yaralarını sarmaya çalışmasına, ufacık bir güzellikten mutlu olmasına, dostane bir yaklaşıma tebessüm etmesine bayılıyorum. Attığı yardım çığlıkları karşılık bulmuş, uzattığı eli tutan birden çok insan çıkmış, üstüne kendisini düşünen, sürekli merak eden birileri var. Yani bir insanın en dipten çıkıp kendini yeniden doğurmasını izlemek o kadar keyifli ki, onun bu minicik görünen ama aslında kocaman dünyasında inatla var olmaya çalışmasına gıpta ediyorum. Tek temennim, Nursema’yı belki de hepimiz için özel kılan bu niteliklerinin, reyting ve popülizm uğruna feda edilmemesi. Çünkü aslında dizi o kadar ince bir çizgide ilerliyor ki yanlış atılan her adım karakteri de hikâyeyi de farklı bir konuma taşıyabilir. Nursema’nın da pek çok insanın hayatı üzerinde ne gibi etkileri olduğunu düşünürsek, yanlış reklam kampanyalarına konu olmasının istenmeyen bazı sonuçlar doğurabileceğine inanıyorum. Ama tabii umarım benim kuruntularımdır tüm bunlar.
Hepimiz ulusal meselemizmiş gibi Nursema ve Umut’un kavuşmasını beklerken Umut da boş durmuyor ve yerli dizilerin olmazsa olmaz kılavuz kitabı Kürk Mantolu Madonna’dan alıntılarla Nursema’ya mektup yazıyor. Yani, senin bizim gözlerimizden kalpler fışkırmasına vesile olmaya ne hakkın var be Umut? Bu arada, fragmandan Nursema’nın evlilik meselesinin daha fazla uzatılmadığını görerek mutlu oluyoruz. Böylece, ilk haftalarda en imkansız çiftlerden görünen Nursema ve Umut ikilisi, son olarak Kıvılcım ve Ömer’in yediği amansız darbelerle yükselerek imkan sıralamalarında en üstlere kadar çıkıyor. (Diğer çiftler Doğa-Fatih, Alev-Abdullah filan.)
Bir önceki bölüm, Nursema da aynı kitabı okuyor (çünkü kaliteli izleyici olmak bunu gerektirir).
Alev’i Nursema’nın yanında çok izleyemediğimiz için üzülsek de bu boşluğu doldurmaya yeminli olan Doğa, Nursema’ya kendi kaderimizi yazabilmemizin önemi üzerine bir konuşma yapıyor. “İnsanın başına böyle kötü şeyler gelince” diyor Nursema, “hayatı çok sorguluyor.” Allah gerçekten sevdiği kullarını mı sınıyor, yoksa bilmeden birilerinin canını yaktığı için mi cezalandırılıyor diye uzun uzun düşünüyor. Sonra Ömer’le arasında geçen diyalogla farkına varıyoruz ki bildiğimiz, tanıdığımız, hayat konusunda pek de tecrübeli olmadığına inandığımız Nursema, tüm dogmalarını teker teker bir kenara bırakıp olgunluğa attığı adımları her geçen gün sıklaştırıyor. Umut’la gerçekten mutlu olabilirler mi, orası bambaşka bir mevzu. Nursema’nın kendi ayakları üzerinde, kimseye bağımlı olmadan yaşayabileceğini izlemekse hepimiz için gurur kaynağı olacak. (Çünkü sen bizim de izlemelere doyamadığımız tablomuz gibisin Nursema. <3)
Haftaya yeni bölümde görüşebilmek dileğiyle.
Sevgiler.