Kızılcık Şerbeti: Bir günde ömrünü kaç defa yaşarsın?*
“O evdeki huzurun bozulsun anne biraz!”
Herkese merhaba,

Aşk-ı Memnu finalinden sonra bu kadar yoğun bir kitleyle aynı anda, pür dikkat izlediğimiz bir dizi sahnesi olmuş muydu diye düşünüp duruyorum dün akşamdan beri. Dizi öyle bir hale geldi ki (artık temelinde yatan sebebi sorgulamayı bıraktım) bu hafta sanırım beş arkadaşım daha Kızılcık Şerbeti izlemeye başladı. An itibariyle dizinin PR sorumlusu olarak görev yapmaya başlayabilecek yeterlilikteyim.

En sonda söyleyeceğimi en başta söyleyeyim. Nursema’nın karakter gelişimi, bu bölüm finalinde izlediğimiz muhteşem tiradından sonra çıtayı öyle bir yere koydu ki karakter de sahne de muhtemelen uzun yıllar konuşulmaya devam edecek. Bu başarıda dizinin incelikle işlenen senaryosunun, son derece güçlü rejisinin ve elbette bize bir oyunculuk şöleni izleten Ceren Yalazoğlu’nun katkısı çok büyük. Bazı oyuncularla aynı çağda yaşayabildiğimiz ve gözlerimizin önünde devleştiklerini izleyebildiğimiz için çok şanslıyız. Umarım harika bir kariyeri olur kendisinin.

Nursema, sana bir kere sarılabilsem keşke.

Kıvılcım’ın, Ömer’in cumaya gittiğini öğrendiğindeki surat ifadesini tekrar görebilmek için özetin sonuna yetiştim. Çünkü bakınız: bir ikonik sahne daha. Sanırım bir dolu insan da bu sahneden sonra diziyi izlemeye karar vermiş. Sosyal medyada çok konuşuldu, hatta epey de dalga geçildi ve tuhaf bulundu ama iflah olmaz bir Kıvılcım fanatiği olduğumdan mı bilmiyorum, Kıvılcım’ın bütün tepkileri bana çok yerinde geliyor. Kendisi de üstüne basa basa söyledi zaten, Ömer’i kafasında oturttuğu yerle bir anda tanımaya başladığı Ömer arasında bazı farklılıklar hasıl oldu ve bu durum onu ister istemez korkuttu. Belki Anadolu’da küçük bir yerde doğup büyüdüyseniz bu tür mikro ibadet alışkanlıkları size tuhaf gelmeyebilir; ama hayatını İstanbul’da, seküler bir ortamda geçiren 40 yaşındaki bir kadın için bu durumun olağanın dışında görülmesi hayli normal.

Az sonra olay çıkacağını anlayan Ömer bakışı.

Öte yandan, restorandaki iftar sahnesi çok yersizdi. Yani dizinin tarafsız durma kaygısını çok iyi anlıyorum. Bu, gerçekten yer yer gerekli de olabilir ama İstanbul’un göbeğinde, lüks bir restoranda Ramazan ayında içki içildi diye olay çıkarılması, üstüne garsonun gelip müşteriden özür dileyerek “Efendim turist oldukları için” açıklaması yapması samimi söylüyorum hiç inandırıcı değil. Ömer’in arkadaşı ve eşi de hiç öyle bir profil çizmiyor. Bu ilişkinin ve bu karakterlerin konumlandırılmasında birtakım sıkıntılar seziyorum ve sanki çok haksız da değilim. Ömer’in görüşü ne mesela tam olarak? Hiçbir somut açıklama yapmıyor Kıvılcım’ın soruları karşısında. “Medeni insan olmak herkesin düşüncelerine saygı göstermek değil mi?” diye soruyor ama bu argüman konudan oldukça kopuk aslında. Zira ortada düşünceden ziyade kamusal alanı kendi hayat tarzına göre dizayn etmeye çalışan birinin eylemi var. Bu dindar hassasiyeti, bu dizinin pek de sığınması gereken bir liman değil sanki. Diğer taraftan, Kıvılcım’ın laiklik çıkışı da bölümün katharsis’lerinden biriydi. Ömer’in orta yolculuğu ise beni bu bölümün belirli anlarında rahatsız etti. Zira, tartışmanın çok “saçma sapan” olmadığı, hatta pek gri bölge barındırmadığı da aşikâr. (Biraz da sosyoloji…)

Fakat eklemek gerekir ki tüm bunların dışında Ömer çok düzgün bir insan. Yani Kıvılcım gibi net doğruları, prensipleri, köşeleri olan bir insanı birkaç dakika içerisinde sakinleştirebilmesi çok güzeldi. Bir de iletişime o kadar değer veriyor ki bu ikili, başka birileri olsa bu mesele görmezden gelinir, üstü örtülür, geçiştirilirdi belki ama Ömer bir an tereddüt etmeden, üstelik muhtemelen zor olacağını da bildiği halde, arabayı sakin bir yere çekip Kıvılcım’la her şeyi açık açık konuşuyor. E yani, etkilenmemek çok mümkün değil gerçekten. Dizinin diğer çiftlerinin acilen örnek alması gereken davranışlar bunlar.

Ben fikirsiz gibi bu adama neden üzüldüm ya?

Abdullah’ın aşk itirafı da herhalde hayatı boyunca yaptığı en cesur şey filandı. Bu ikili ilişki nereye varacak pek tahmin edemiyorum ama sanırım biraz da izleyici nabzı yoklanıyor. Sevmek ve sevilmek duygularını belki hiç tatmadığı için göstermesini de bilmeyen Abdullah Bey, bugüne kadar ne karısına ne çocuklarına söylediği iki kelimeyi Alev’in karşısına çıkıp, hem de evine gidip bir çırpıda söyleyiveriyor. (Tabii Alev’e hangimiz aşık değiliz, orası ayrı). Sönmez’in bu durumu en başından çok nokta atışı bir şekilde analiz etmesi, Alev’le de Abdullah’la da ayrı ayrı çok yerinde konuşmalar yapması izlemesi keyifli detaylardandı. Muhtemelen Alev’in Abdullah’a olan, pek kondurulamayan ilgisinin altında, güç ve olgunluğun yanı sıra erken kaybedilmiş baba figürünün de etkisi büyük. Bu kızımızı çok üzmeyin derim ben.

Hep birlikte Alev-Nursema ship’lemeye başladığımız o sahne.

Gelelim dizinin bir anda yükselişe geçen yan karakteri Nursema’nın hikâyesine. Bir önceki yazımda uzun uzun bahsettim aslında, ben insana dair gerçekçi hikâyeleri, hele güçlü kadın hikâyelerini çok severim. Televizyonların da görmeye çok ihtiyacı olan mevzular bunlar. Bir anda herkesin aynı konuyu konuşmaya başlaması tesadüf değil. Açıkçası, öyle zannedildiği gibi bu tarz kadın hikâyelerinden çok da yoksun değil yerli diziler. Son zamanlarda sıklıkla karşımıza çıkmadığı için hatırlamakta güçlük çekiyoruz ama izlemeyi bilmediğimiz bir kurtuluş hikâyesi değil Nursema’nınki. Burada asıl yenilikçi olan, dindar bir kadın üzerinden özgürleşme izliyor olmamız. Nursema’nın ince ince işlenmiş planı, Doğa ve Alev’le kurduğu dostluk, başına gelen felaketler silsilesi sonrasında doğru bildiği her şeye olan inancını kaybetmesi ve yeni bir başlangıç yapabilmek adına herkesi karşısına alması… Yani sahiden bir yerli dizi hikâyesi olmak için, her hafta 150 sayfayı doldurmak için çok fazla bütün bunlar.

Patronus büyüsü dinimizde caiz mi acaba? (Yarım saniye düşündüğüm şakam)

Bu dizi, bu bölümün final sahnesinden öteye gidebilir mi bilmiyorum. Bence çok uzun süre hatırlanacak kusursuz bir aks izledik. Tabii bu başarıda sete verilen mecburi aranın da payı varmış, çünkü anladığım kadarıyla tek sahneyi bütün bir günde çekebilecek zamanı olmuş ekibin. O nedenle defalarca prova almışlar, doğru tonu ve aksiyonu bulmak için çok uğraşmışlar. Dizinin yönetmeni Ketche, sinema filmi çeker gibi çalıştıklarını söylemiş. Sonuç olarak, ben Nursema’nın şiddet ifşasını, konuştukça hırslanmasını, o katharsis’in üzerimizde yarattığı etkiyi bir süre daha abartacağım. Çünkü 20 bölüm önce sesini çıkarmaktan korkan, gözlerini kaçıran, ayıp ve günah olarak kodladığı her türlü eylemden uzak duran Nursema’yı bu sefer koca bir kalabalık önünde, karşısındakinin gözünün içine baka baka, bağıra bağıra suçlarken izledik. Hepimizin görmek istediği Nursema buydu belki ama asıl önemlisi, Nursema’nın da kendini böyle görmek istemesiydi. O yüzden çok da uzatmadan “Nursema, tacını düşürmüşsün güzelim” diyerek yazıyı noktalıyorum.

Resmen önümüzdeki cumayı bekliyorum yeni bölümü izleyebilmek için. Keyifli, minik heyecanlar bunlar.
Sevgiler,

*Huzur - Ahmet Hamdi Tanpınar
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER