Yolculuk; hiç bitmeyecek şevk veren bir beste gibiyken, bir tel kopar ve âhenk ebediyyen kesilmeye başlar. Pembe bulutların üzerinde yürürken kırık parke taşının ayağa takılması ile birlikte tüm düzen tersine döner. Göze önemsiz olarak görülen o kırık parke taşı; gün gelir, pamuk ipliğine bağlı olan kusursuz hayatları yerinden oynatmaya, altüst etmeye yeter. Ama unutulur. O tel, hiç kopmayacakmış gibi yaşanıp gidilir. Bir daha kopmayacağı hiç akla gelmeyecekmiş gibi…
İlk kez lafı, sözü nereye getireceğimi bilemediğim bir bölüm yorumu yazıyorum. Yazmaya ara verdiğim zaman dilimi göz ardı edilirse, sekiz yıldır bu işin ucundan tutmaya çalışıyormuşum. Bu zamana kadar böylesine sözcüklerimin tükendiğini görmemiştim. İnsanın gönül bağı ile bağlandığı bir işi yorumlaması da hakikaten çok zormuş. Daha önceki işleri, izleyici gözünü eksik etmeden ve çok da bağ kurmadan yorumluyordum. “Hikâye işte… Başladığı gibi, bitecek de!” diyordum. Fakat, Yargı’da öyle olmadı. Aslına bakarsanız yazmaya tekrardan başlamak da aklımda yoktu. Tatlı, tatlı izliyordum. Ta ki 14. bölümde hayat, beni Yargı yorumlamaya sürükleyene kadar. Yargı yıllar sonra, yeniden bir hikâyeye tutunmamı sağladı. Sonuç olarak, sizlerle birlikte bugünlere kadar geldik. Yeri geldi yorumlarda buluştuk, yeri geldi Twitter veya Instagram aracılığı ile iletişime geçtik. Özetle Yargı, beraberinde yeni tanışmaları ve hoş sohbetleri getirdi.
Ya çok sevdiğimden ya da inandıramayınca bir dava açtım*
Geçen haftaki bölüme kadar Yargı’yı ayrı bir yere koyarak yorumlamaya çalıştım. Hikâyenin geldiği nokta itibari ile sürekli olarak: “Biz ne yaşadık? Bize ne yaşattılar?” sorularıyla boğuşmaya başladım. Bu yazıyı yazmadan önce söze nasıl başlayacağımı, neler söyleyeceğimi çokça düşündüm. Defalarca yazıya sıfırdan başladım. Bir şekilde başlamam gerekiyordu. Ben de kararı, zihnim ile parmaklarım arasındaki akışa bıraktım. Böylece sezon finali yorumunu iki parça hâlinde sizlerin huzuruna sunmayı planladım. Bölüme dair detaylı yorumum bir sonraki yazımda yer alacak. Zira tek bir yazıya sıkıştırılamayacak, sığmayacak kadar çok doluyum. Hatta taşmak üzere olduğumu fark ettim. Gelinen son nokta ile hikâyeye olan inancımın kırıldığını hissettim. Sezonun son iki bölümü, ilk defa bu kadar burdu. Olmamış bir meyveyi yediğimde hissettiğim burukluğun tadını sezon finali bölümünü izlerken aldım.
Hikâyeyi bu kadar içselleştirmemem gerektiğinin bilincindeyim. Tabii ki dünyanın sonu değil. Bu bir hikâye ve sonu geldiğinde, bitmesi gerektiğinde bitecek. Eminim ki Sema Ergenekon, bizler kadar endişeye düşmemiştir. Dediğim gibi, bu farklı bir duygu durumu. Hikâyenin sahibinin dahi anlayamayacağı bir psikoloji. Neyse… “Lafı, sözü nereye getireceğimi, bilmiyorum” deyip yine çok fazla uzattım. Sizleri de fazla sıkmamaya çalışarak Yargı’nın ilk sezonunu birlikte kapatalım istiyorum. Gelen yorumlar ve DM kutusuna biriken pek çok mesajların ışığında Yargı’ya dair tüm elemimizi ve kederimizi buranın aracılığıyla dökmek isterim.
Taraflardan sen, özgür ceza'ya..*
Biri ölecek, dediklerinde; o kişi: “Ilgaz’dır” demezdim. Diyemezdim. Ama, her zaman akla ilk gelen doğruymuş! Sonunu bilerek izlemek… İşte, en acısı buymuş sanırım. Kısa bir süre önce (saydım, tam beş bölüm yapıyor) bölüm finallerinde “6 ay sonra” sekanslarını izlemeye başladık. O flashforward’ların ilkinde Ceylin, Ilgaz’ın arabasından telaşlı ve üstü başı kanlı bir şekilde inmişti. Ceylin, Ilgaz’ın arabasını kullanıyordu. Ilgaz yoktu. Ortada tuhaf bir durum söz konusuydu. Daha olayı idrak edemeden Ceylin, aceleci adımlarla ofise doğru yol aldı. Elinde kanlı bir bıçak tutuyordu. Arkasından Eren kapıyı çaldı. Çok sinirliydi. Eren, Ceylin’le burun buruna geldiğinde Ceylin’in elindeki bıçak yoktu. Bizim görmediğimiz zaman diliminde saklamış olmalı. Eren; Ceylin’e, kız kankasına düşman gözüyle bakıyordu. Sonra Eren, birini öldürme suçu ile Ceylin’i gözaltına alacağını söyledi. Bu kişi kimdi? Biz bu bilgiyi niye beş bölümde öğrenemedik?
İşte, bu kilit sorunun cevabını neredeyse haftalardır arıyorduk. Aklıma gelmişti, yine de konduramadım. Ceylin’in hastane kontrolü sırasında alyansını çıkarmadan önce, başka kapta bir alyans daha vardı. O detayı gördüğümden bu yana, Yargı’da ne kadar alyans takan karakter varsa hepsini maktul yaptım da yine Ilgaz’a konduramadım. En son, Ilgaz ile Metin arasında gidip geldiğimi hatırlıyorum. Sonra Yekta’nın mahkemede Ilgaz’a söylediği sözler kulağıma fısıltı gibi dolmaya başladı: “Dikkat edin meslektaşım, bir sabah bir aşk cinayetine kurban gidebilirsin.” Kesinlikle bu sözün altı boş değildi. Hiçbirimiz Ceylin’in Ilgaz’a böylesine bir zarar vereceğini düşünmezdik. Onlar, bu hikâyenin en masum karakteriydi. Bu sezon boyunca Sema Ergenekon’un bir özelliğini belleğime iyice kazıdım. İzleyicinin göremediği, o an fark edemediği en ufak bir ayrıntı, söz veya davranışın hafife alınmaması gerekiyormuş. Yekta’nın Ilgaz’a söylediği o kahredici cümleye birkaç defa değinilmiş olsa bile pek önem verilmemişti. Hep “acaba?” olarak akıllarda yer edindi. Sonuç olarak 34. bölümün finalinde bu konuda bir kez daha Sema Ergenekon’un ne kadar ciddi olduğunu görmüş olduk.
Ben, ağır-ceza'ya çarptırılmıştır..*
Tüm yaşananları bir kenara bırakarak sormak istiyorum. Sema Ergenekon’un, Ilgaz’ı öldürme hamlesi ne kadar yaratıcıydı? Yargı’nın ekran yolculuğu açısından gerekli miydi? Bu sorulara cevap alır mıyım, bilemiyorum. Ancak, bize öyle sebeplerle gelmeli ki; Ilgaz’ın ölümündeki haklı paya inanalım ve bu inanca sarılarak ikinci sezonu izlemeye devam edelim. Büyük bir kitle hâlâ Ilgaz’ın ölmüş olabileceğine ve özellikle, bu cinayeti Ceylin’in işleyebileceğine inanmıyor. Ceylin, Eren tarafından kocasını, Ilgaz’ı öldürme şüphesi ile gözaltına alındı. Bu aşamaya nasıl gelindi? Yekta’nın dediği gibi bir aşk cinayeti miydi? Yoksa birinin suçunu mu üstlenmek zorunda kaldı? Yargı çok fazla soru işaretleriyle ilk sezonunu kapattı. Bana göre, sezonun değerlendirmesi berabere kalmış bir maç sonucu gibiydi. İlk 15-16 bölüm ile ikinci yarı arasında uçurumlar var. Bu maçın sonucu ikinci sezonda belli olacak. İzleyici artık kördüğümlerle değil, boşlukları doldurarak ilerleyecek. Ya bir gol daha atıp unutulmazlar arasına girecekler ya da arşivin tozlu rafları arasında yerini alacaklar.
Bölümü ne yazık ki sıfır heyecanla izledim. Geçen haftaki yazımda “…Artık bulmacanın olmayan eksik parçalarını bulmayı bırakmam gerektiğini anladım. Böylece okeye beşinci aramadıklarını fark ettim. Sihirbazların elinde zamanın hunharca yitmesine kırıldım.” dediğim gibi Yargı’ya karşı heves kırıklığıyla doluyum. Zamanın boşa yitmesi, izleyiciyi aynı sahnelerle sürekli olarak oyalamaları gün geçtikçe tadımı kaçırmaya yetti. “Okeye beşinci aramadıklarını fark ettim” demek istemem de bu yüzdendi. İzleyicileri hikâyenin seyrinden uzaklaştırmak istediklerini düşünmeye başladım. Sezonun ilk yarısında Yargı Melekleri izleyicinin de parçaları birleştirmesini istiyordu. Fakat, sonradan bu olayın tersine döndüğünü düşünüyorum ve bu nedenle de orijinali “okeye dördüncü aramak” deyimini “beşinci aramıyorlar” olarak değiştirdim. Çünkü senaryoyu Sema Ergenekon’la birlikte üç kadın senaryo yazarı daha yazıyor. Zaten dört kişiler ve aralarına beşinci biri girmesini istemiyorlar. O zaman izleyici niye boşlukları doldurmaya çalışsın değil mi? Madem ki “polisiye” bir hikâyeyi boyutlandırıyorlar, o zaman beşinciye hiç lüzum yok. Tabii ortada olması gerektiği gibi yazılan bir “polisiye” iş varsa!
Ne kâğıt yırttım, ne kalem kırdım..
Aldım kalemi elime, bu dava dosyasını yazdım..*
Geçenlerde Yargı’nın sayesinde sohbetimizi ilerlettiğimiz tatlı bir takipçim ile konuşuyorduk. “Ne olacak? nasıl olacak? Ölen kim?” sorularıyla dolu konuşma oldu. Sonra konu Yargı’nın tutmasıyla birlikte ikinci sezon onayını almasına kadar geldi. Konuşmamızda şöyle bir tabir geçti: “Dizilerin tutması ile birlikte laneti de beraberinde geliyor.” Kesinlikle Yargı için söylenebilecek tespitlerden biriydi. Çünkü bir dizinin tutması demek; aynı zamanda global çaptaki bilinirliği ve pazarlaması anlamına da geliyor. Bu da Yargı gibi tek sezon olarak yola çıkan dizilerin iki hatta üçüncü sezona uzatılması demek. Hâliyle beraberinde hikâyenin çatısı da genişlemeye başlıyor. 34-39 bölüm civarında olacak yapımlar birden 70-78 bölüme kadar dayanıyor. Yola çıkışında çok iyi tasarlanmış olan hikâye bir anda evrim geçiyor ve bambaşka boyutlara kadar uzanıyor. İzleyicilere de zamanla kekremsi bir haz bırakıyor.
Hikâye gereği Ilgaz’ın ölmesi gerekiyorsa tabii ki ölecekti. Ancak, bu şekilde değil. Sonu getirebilmek için bölüm içinde çok fazla oylanma yapıldığını düşünüyorum. 33. bölümden sonra, bu bölümü dolu dolu izleyeceğimizi umuyordum. Öyle olmadığını görmek, beni daha çok rahatsız etti. İki bölüm çok rahat bir şekilde birleştirilebilirdi. Anladığım kadarıyla hikâyenin ilk sezonda verebileceği ellerinde tükenmişti. Fakat, Ay Yapım ve Kanal D’nin sezon anlaşması 34’e kadar olunca; Yargı Melekleri hikâyeyi ellerinde oynatmaya başladılar. Artık bir ara dayanamadım ve Twitter’a kaba tabir ile “Abartısız iki saattir ağız gargarası yapılıyor. Hadi, başımıza ne gelecekse geldin artık!” yazdım.
Bu davalısız, davacısız yargılamada
Seni bensizliğe, beni sensizliğe bırakma kararı alınmıştır,
Duruşma kapanmıştır..*
Sonuç olarak, iki saat on dört dakikalık bölümün son yarım saatinde izleyiciye bir şeyler anlatılmaya çalışıldı. Boşluklar çığa dönüştü. Dev dalgalarla boğuşuldu. Mutluluk balonuna giren izleyici, kendini bir anda “6 ay sonra”da buldu. Ve o kahreden cümle ile baş etmek zorunda kaldı. Eylül gelene kadar kulaklardan; Eren’in “Nasıl öldürdün Ilgaz Kaya’yı?” sorusu ile eş zamanlı Ilgaz’ın “Bir daha seni bırakırsam, bil ki son nefesimi vermişimdir.” sözleri hiç silinmeyecek.
Yazının devamı gelecek…
Mortis
*Özdemir Asaf - Daavaa