Güzel şeyler birdenbire gelir. Hiç beklemezken. Hayatın akışına kapılıp güzel şeyleri beklemek nedir unutmuşken hatta belki... Aşk da her güzel şey gibi ansızın olur. Ansızın biri hayatınıza girer ve dünyanız oluverir. Ne zaman, nasıl soruları cevapsızdır; her şey bir ânda olur biter ve siz bir ânda bambaşka bir yaşantının içinde bulursunuz. Suna’nın hâyâl ettiği de böyle bir şeydi sanırım. Yeşil gözlü olmasa da olurdu, yakışıklılık da şart değildi; onun dilediği Nejat’ın kalbinde biriydi.



Bu bölümün en sevdiğim iki tarafından biri Suna’nın olaylara ve kişilere karşı o ilk bölümlerden özlediğimiz cesur tarafını yeniden göstermesiydi. Tolga’ya yaptığı konuşma olsun, Nejat’a karşı duruşu olsun “Nihayet...” dedirtti. Çünkü, aşk cesur insanların işidir. Tabii buradaki cesaret kavramındaki kasıt birlikte olabilmek adına her şeyi, herkesi yıkıp geçmek değil; ne olursa olsun vazgeçmemektir cesaret, eğilip bükülmemektir, her koşulda kendini net bir biçimde ifade edebilmektir. Suna’da bunların hepsi fazlasıyla mevcut. Tolga’ya verdiği cevaba bu yüzden bayıldım. “Ben ne istediğimi çok iyi biliyorum.” Günlük hayatımızda bu cevabı vermemizi gerektiren çok ân yaşıyoruz ama bu cevabı vermek öyle göründüğü kadar kolay bir şey değil. Cesaret, tutarlılık ve kararlılık gerektiriyor. Reddetmenin kalp kırmakla eş değer görüldüğü saçma bir inanış var toplumda. Oysa burada önemli olan vereceğiniz cevap değil, o cevabı verirken kullandığınız üsluptur. Suna hem onu kırmamaya hem de yanlış yorumlayabileceği ifadeler kullanmamaya özen gösterdi. Yani, kişi isterse hem nazik hem de net olabilir.

Nejat arabadan inip de onları gördüğünde açıkçası çok gerildim. Ve çok ciddi bir biçimde “Eğer Nejat’ın olanları yanlış anlaması klisesini kullanmışlarsa ben bu diziyi bırakıyorum.” dedim. Hikâyeyi devam ettirecek yeni kurgular bulamayıp izleyiciyi yanlış anlama klişeleriyle oyalama taktiğinin kullanılmasını zekamıza hakaret, hatta çok ciddi bir biçimde izleyene “saygısızlık” olarak görüyorum. Ve bir işi ne kadar seversem seveyim bana saygısı olmayana ben de saygı duymam. Ben böyle tam keni kendime sinirlenip yükselirken Nejat onlara yaklaştı, Tolga’nın teklifini duydu ve ne Nejat devamını dinlemeyerek gitmeye kalktı ne de Suna beklediğimiz cevabı vermekte gecikti. Orada Nejat’ın yüzünde beliren gülümseme=ben  Sonuçta hem ben sevdiğim bir diziyi kaybetmediğim için mutlu oldum, hem de âşıklarımız kavuştu. Hah işte, haftalardır anlatmaya çalıştığım şey buydu. Bölüm sonları izleyicide “sinir krizleriyle karışık merak duygusu” değil, “izleme isteği” uyandırmalı.

“Benim Tatlı Yalanım” reytinglerde istenilen sonucu getirmedi. Yani devamlı işin yokuşa sürülmesiyle merak unsurunun yaratılmasının fayda getirmediği âşikar. Bu saatten sonra ancak sağlam manevralar ve izleyiciyi çeken tanıtımlarla bir yere kadar gitmesi mümkün. Aylin’in erken dönmesi olayını “Eldeki tüm hikâyeyi tüketiyorsunuz, kış sezonuna nasıl çıkacaksınız?” şeklinde yorumlayarak tepki gösterenler olmuş. Buna katılmıyorum. Geleceği sallantıda olan dizilerde genelde son dakikada böyle ilginç ilginç olaylar yaratılır ve dizi saçma sapan bir sonla biter. Öyle olmasındansa işlenemezse hikâyenin eksik kalacağı konuların öne alınması, sonrasında da artık izlenme oranlarındaki değişime göre hikâyenin kalan yolunu çizmesi taraftarıyım. Bu bence senaristlerin yarattıkları hikâyeye karşı bir borcudur. Bu nedenle gidişattan memnunum. Normal şartlarda Aylin’in gelmesi biraz daha sonra olmalıydı ama burada durum farklı.

"Müthiş metafor... Üniformasıyla diziye katılan Tolga yine üniformasıyla Nejat'la Suna'nın arasından çekilir."

Bölümde en sevdiğim ikinci şeyse Tolga’nın Hande’nin teklifine karşı tutumuydu. Onunkinin bir hırs ya da geçici bir heves değil gerçek ve çok güzel bir sevgi olduğunu görmüş olduk. Evet, gerçekten sevmek sahip olmayı değil incitmekten korkmayı zorunlu kılan bir şey. Geçen yazımda “Tolga’ya daha ne kadar tahammül edebilirim bilmiyorum.” demiştim, günahını almışım çocuğun. Gerçekten de Saniye gibi davranmaya başlamıştı ama neyse ki kendini hızlı toparladı. Sevdiğim bir diğer şey de direkt vazgeçip gitmemesi. Bence ne olursa olsun o teklifi yapması gerekiyordu. Diğer türlü içinde hep bir ukde kalacaktı, ömür boyu hep bir “Acaba?”yla yaşayacaktı belki. Son kez şansını deneyerek kalbini özgür bırakmış oldu. Evet, geçen yazımda âdeta sövdüğüm karakter hakkında şimdi böyle şeyler yazıyorum çünkü böyle inceliklere zaafım var, çok kolay affedebiliyorum. Fragmanda Hande’ye “Aslında sen de böyle bir insan değilsin.” diyerek Hande’yi o bilindik safi kötü karakter imajından çıkarması ve bu dediği üzerine Hande’nin duraklaması detayını da çok sevdim. Ekranlarda böyle şeyler izlemeye ihtiyacımız var. Gerçek hayatta kimse masallardaki gibi safi iyi ya da safi kötü değil.

Bu hafta fazla uzatmaya niyetim yok. Saat geç oldu, fazlasıyla yorgunum ve yarın da erken kalkmam lazım 💔 O yüzden ayrı başlıklar açmak yerine ufak ufak dokunarak kapanışa geçmek istiyorum.

Pervin’in kanser hastası olması şaşırtıcı ama güzel bir seçim olmuş. Aslında ben yazıyor olsam onun anneleri olduğu gerçeğini hiç ortaya çıkartmayabilirdim bu koşulda. Pervin, diğer bir adıyla Berrin, çocukların hayatına bir masal perisi gibi dokunup kalplerini iyileştirir ve giderdi. Artık bu saatten sonra ne Şevket’in yalanının ortaya çıkmasıyla çocukların baba figürüne zarar vermenin bir anlamı var ne de çocuklara ikinci kez anne acısı yaşatmanın. Ama Şevket bunu son raddede öğrensin istiyorum. O çok güzel bir baba. Suna’ya yaptığı konuşmalar, çocuklarını gerçekten dinleeyen ve onların fikirlerine değer veren anlayışlı tavrı hoşuma gidiyor ama Pervin’e yaptığını affedemiyorum. Pervin’in ona ihanet ettiğine inandı diyelim; bu Pervin’in kötü bir eş olduğunu gösterir, kötü bir anne olduğunu değil. En azından çocukları için bağları koparmamalıydı. O da Nejat gibi çok sevmiş ve sevgisi ölçüsünde yara almış bir karakter, yarasını onaramamış. Ne diyeyim, yazarken ben yapmazdım demek kolay ama yaşayınca insan o hâlde ne yapacağını bilemez oluyordur belki de. Kalp aklı esir alıyordur. Daha fazla yargılamadan geçiyorum. (Nasıl da kısa dokundum ama yine...)



Serkan’la Burcu’nun ağır ama sağlam adımlar atıyor olmaları hoşuma gidiyor. (Yaprak Dökümü’nde Fikret’le Tahsin’in “ağır adımlar atıyoruz ama yere sağlam basıyoruz” ifadeleri vardı, zaten hep şiir gibi konuşurlardı bu ifadelerini de bir ayrı severdim) Serkan’ın Burcu’nun kuruttuğu güle verdiği değer çok hoştu, şirkette her daim Burcu’yu savunması da... Yalnız Burcu cidden “Serkan Bey bana gül verdiiii” diye o sevimsize koşmamıştır bence o kısım saçma olmuş. Neyse... Hande olayı bana çok ters geldi ya, valla sevmedim. Önceleri Serkan uzaktan yanıktı sonra Nejat’a olan ilgisini fark edince geri çekildi şeklinde nahif bir hikâye çıkacak sanmıştım ama aralarında belirgin bir gerginlik var. Soğuk savaş gibi. Hâlâ Nejat’ın olaylardan haberinin olmadığını düşünüyorum ama neyse yani sevmedim ben orayı, hadi geçelim 🙃

Aylin’in geri dönüşünde beklediğim olay Kayra’nın gerçekleri öğrense bile yine anne olarak Suna’yı benimsemesi. “Küstüm ama gitmedim, buradayım işte.” Durumları yaşansa bence daha güzel olur. Kayra akıllı bir çocuk ve bence gerçek sevginin kimde olduğunu ayırt edebilmeli. Aksi olursa ben de “Küstüm ama henüz gitmedim, düzeltmenizi bekliyorum...” moduna girerim, haberiniz ola. 



Şu aşamada Nejat’ın çok zorlanacağı ortada. Tüm yaptıkları bir yana bir zamanlar çok sevdiği, ömrünü beraber geçirmeyi düşlediği, gençlik hâyâllerini paylaştığı kadın. Hiç bitiremediği portrenin sahibi... Birlikte bir dünya yaratmayı düşlediği ama tüm dünyasını yıkıp giden kadın... Ona hem kırgın, hem de çok kızgın ama bir yandan da hâlâ içinde ona dair bir şeylerin yaşıyor olmasından korkuyor gibi geldi bana. Onun karşısında tekrar güçsüz düşmekten ve bu kez toparlayamamaktan korkuyor gibi. Velayet olayları da işin içine girince korkması gereken bir sürü neden oluyor.

Ama artık yalnız değil. Düşse bile elinden tutup kaldıracak, gerekirse onunla düşüp kalkmayı beraber öğrenecek biri var yanında. Dostları da var. Sevgi en sağlam dayanaktır. Düşmekten korkmamayı öğretir. Şu aşamada artık tek arzum Nejat’la Suna’nın birbirlerinden bir şey saklamamaları. Bu yolda birbirlerinden kaçmak yerine birbirlerine dayanarak “çocukları” için savaşmaları.

Gözlerim acıyor güzellikler. Ben artık gidiyorum. Bu yazının ilk ayarlarını da cumartesi yapmıştım, yazmak şimdiye nasip oldu. Yavaş yavaş ilerleme kaydediyoruz sanki he? Güzel yorumlarınızdan mahrum etmeyin efenim. Sürç-ü lisan ettiysek affola. 

Sevgiyle...
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER