Ana karakterler İstanbul’a taşınıp da, odak merkezi İstanbul
olunca, Bursa’da olup bitenler reklam arası gibi gelmeye başladı bana. Orada
kalanlar çok dışlandı, İstanbul’da yaşayanlar ve Bursa’da kalanlar arasında bağ
zayıfladı gibi hissediyorum. Mesela Dilara’yı Osman’ın başına attılar ve orada
unuttular sanki. Bu bölüm de Süreyya ve Dilara konuşmasaydı bundan iyice emin
olacaktım. Osman’ın Dilara konusundaki gayretkeşliği de hâlâ sinirimi bozuyor. Onun kendi müstakil bir hikayesi olamaz mı? Kendi yeğenlerine bir hediye almıyor, ailesini
arayıp sormuyor da Dilara’ya defter kalem alma kibarlığını gösteriyor. Ne kadar
ince ve ne kadar gereksiz bir davranış! Hem Adem’den hamile olduğunu gizleyerek
boşanan Dilara’nın, Adem’le aynı şehirde kalması saçma değil mi? Dilara’nın
artık kendine bir ev tutmaması için bir sebep göremiyorum. Adem nasıl olsa
artık peşinde değil, ona bir kötülük de edecek değil. Neyin korumasındaki hâlâ
bu kız?
Bunu yazmaktan da sıkıldım ama tekrar edeceğim; Bursa
cephesindeki Güneş ve Adem’in flörtleşmeleri de ilgimi çekmiyor. Adem ve Nazif
daha eğlenceli bir çift. Bence Güneş devreye çok erken sokuldu. 3-5 hafta önce
Dilara diye kendini paralayan, ona ulaşmak için deliren Adem’in, daha ondan
boşanmadan Güneş’e yazması, hatta konağı başımıza yıkacak hale gelmeleri bana
inandırıcı gelmiyor. O sahneden sonra mahkeme koridorundaki tiradının da,
boşanmadan sonraki üzüntüsünün de altı boşalıyor. Fonda çalan, delicesine
sevdiğim “Hasret” şarkısı bile, Adem’in halinden etkilenmemi sağlayamıyor.
Çünkü artık Adem’in ruhunun kederinden gözlerinin yaşla dolduğuna da, kalbindeki
derin yaralara da inanamıyorum.
Madem onca özen ve görkem ile hikayeye Ülfet gibi bir
karakter sokuldu, artık bir fonksiyonu olsun istiyorum. Ufak tefek
huzursuzluklar, laf sokmalar dışında yaptığı bir hamle göremedik henüz. Halbuki
ne umutlar bağlamıştım ben onun o gümbür gümbür gelişine, ne heveslenmiştim.
Zamanla hevesimi ve merakımı kaybettim. Çocuk ve aile özlemi derin bir yara
aslında. Onca şaşaanın, şatafatın, başarının ardından evinin kapısını
kapattığında yapayalnız kalıyor. Neden anne olmayı istememiş veya istedi de
olmadı mı? O kilitli kapının ardında, bebek tulumları, patikleri mi var yoksa?
Bu konu hâlâ azıcık da olsa ilgimi çekebilir, ama acil girizgâh lazım.
Sen üç aya bu şirketin ceosu da olursun İpek. O zaman benim maaşıma %300 zam yapar mısın?
İpek evde oturdukça hep aynı sarmalın içinde, hep dedikodu
peşinde yaşayıp duruyor. Hiçbir şey yaşanmamış, hiçbir olay ona ders olmamış
gibi karakterin tek misyonunun bu olmasından usandım. Damdan düşer gibi olsa da
gelsin şirkette çalışsın, biraz da orayı karıştırsın. Veya iş hayatında
birileri İpek’in burnunu güzelce sürtsün, ona ağzının payını versin de biz de
keyiflenelim. Mesela aynı cümlede üç defa VIP araç dediği zaman uyarmakla
başlayabilirler. Dolayısıyla İpek’in çalışması konusunda Faruk’a katılmıyorum.
Evet, İpek onu bu durumdan önceden haberdar edebilirdi ama ondan izin almasına
da gerek yok. Faruk kendi karısının çalışmasına karıştığı yetmiyormuş gibi
İpek’in de çalışması fikrine burun kıvırdı. Üstelik de bunu “İki çocuğun var,
otur onlara bak. Çalışmak senin neyine?” der gibi bir ifadeyle yaptı, ki benim
en çok dellendiğim konu bu oldu. Bu adamın hiç yontulma ihtimali yok değil mi?
Faruk’a ulaşamayan Süreyya iyi ki Faruk’un ona ulaşamadığı
zaman yaptığı gibi gidip de Adem’in yakasına yapışmadı. Sevdiğin insanı sağa
sola saldırmadan, karakollara düşmeden merak etmek de mümkünmüş işte. Ayrıca
Faruk’u bulduktan sonra, Süreyya’nın onu “Nerdesin sen? Çok merak ettim seni,
deli misin?” filan diye suçlamaması da Süreyya’nın iyi niyeti ve anlayışındandır.
Ben olsam, daha önceki haksız yere suçlanışımdan sonra, bu konuda Faruk’a
mutlaka ama mutlaka laf çarpardım.
Daha derin, daha dolu, daha sürükleyici olayların
yaşandığı, yönünü daha net belirleyen bölümleri izlemek dileğiyle...