Gelincik Yokuşu
sakinlerini izlemek, çoğumuz için plastik bir çiçeği koklamaya benziyor. Bilmediğimiz
tüm hayatları anlamaya çalışırken işte bu denli yabancıyız aslında. Yoksul ve
yoksun insanların hayallerine yabancı kalmak suç değil ama bence O Hayat Benim izlerken fena halde
bocalıyoruz. “Ben olsaydım” dan bir tık öteye geçemediğimiz sürece bu hikaye
bizi zorlar onu söyleyeyim.
Boğaziçi Köprüsü’nden her
geçtiğimde, İstanbul’un büyüsüne her kapıldığımda, İbrahim Tatlıses’in bir
filminde söylediği repliği söylerim “Ulan İstanbul sen mi büyüksün ben mi
büyüğüm?”. Züppe bir tavır bence! Ben komiklik olsun diye söyleyip geçerken, sayısız
insan bu çabanın derdinde oysa. Ki ben de zamanında okumak için bu şehre
gelmiş, kendince ruhuma biçilmiş hayatı yaşamak için uğraşmış biriyim.

O
Hayat Benim’ in
Gelincik
Yokuşu kısmına, mahrumiyetten sıyrılma, tatsız bir yolla köşeyi dönme hikayesi
olarak bakılabilir. Etik olmayan, içinde bolca suç unsuru barındıran bir acayip
hikaye.
Bir anne olarak, oğlumun
ilk doğduğu günlerdeki o uykusuz geceleri, büyütürken ki zorlu zamanları iyi bilirim.
İnsanın evladına tahammülünün sınandığı şu dünyada, Nuran gibi bir kadının,
emrivaki bir şekilde getirilen bir çocukla (Bahar’la) nasıl baş ettiğini varın siz düşünün. Edememiş
de zaten. Yusuf Bey’den koparabildiği paraları ızdırabına yara bandı yapmış.
Öfkeden köpürdükçe ıslanan ve yerinden sökülen bu yara bandına son bir fırsat
olarak da bu büyük yalanı yerleştirmiş. Bu satırlar Nuran’ı aklamak için değil. Her hafta koltuğumuza
kurulup izlediğimiz bu hayatlara seyirci kalmak yerine, bir nebze olsun başka açıdan
bakmayı becerebilelim diye. Aynı şehri paylaştığımız ama aynı kaderi
paylaşmadığımız insanlara başka yerden bakabilelim diye.Hikayede farkedemediğimiz
belki de bir çok detay var. Senaristler bizi affetsin. Hülya Sakine’ye “kuru iftira” attığı zaman, Sakine’nin
elindeki ıslak bezden damlayan sular gibi, bu bölümde de bahçeyi kazan Nuran’ın
üstüne yağan yağmur çok manidardı. Nuran’ın
günahını, elindeki kiri temizlemek ister gibiydi yağmur bu sahnede. Yeşim Ceren
Bozoğlu bu hafta da müthişti. Bedeni ve ruhu bir oyuncu olarak bence çok
yoruldu bu bölüm. Hikayenin başından beri bu büyük yalana bu derece dört elle
sarılmış olması inanılmaz. Bu karakter hepimizi zorluyor kabul edelim. Nuran ölümüne
bir bağlılıkla oyunun içinde kalmayı sürdürüyor. Kızını, eşini bu uğurda yeri
geliyor harcıyor yeri geliyor hırpalıyor. Bahçedeki çukuru, yağmurla çamur
olmuş o toprakla doldurmaya çalışması da bize bunu anlatıyor aslında. Nuran bu
yalana iliklerine kadar inanmış durumda.

Gördüğü rüyalarda Yusuf Bey’in
ayaklarına kapanması biz izleyiciler Nuran’dan çok da nefret etmeyelim diye
bence. Bir dönem Müge Anlı'nın programlarını izlemiş biri olarak söylemeliyim ki, suç
öyle sandığımız kadar uzağımızda değil. Didem Madak bir şiirinde diyor ki
“Yıllardır kendini bulutlarda saklayan, illegal bir yağmurum ben.” Tercümesini
gönlünüz yapsın.

Bu bölümde Edibe Hanım
evine giren hırsızları görünce pek güzel “Hırsız var!”dedi. Mesajını sevdim.
İstediğim yere de çektim! Kiminin hayatı çalınır, kiminin rızkı, kiminin de üç
beş altını. Ama şunu unutmayalım ki hırsızlık kesinlikle bir suç!


Esma konusunun nereye
bağlanacağını çok merak ediyordum. Dilendirilen bir çocuğun Bahar ve Ateş
sayesinde güvenli bir çocuk
yuvasına teslim edilişi beni mutlu etti. Daha da güzel olan, çocuğu
olmayan Mehmet Emir ve Fulya çiftinin Esma’yı evlat edinmeye karar vermesiydi.
Amaaaa Mehmet Emir’in, Fulya’ya doğum günü hediyesi olarak Esma’yı vermesi! beni
çok sinirlendirdi. Kibirden gözü kör olmuş bir zenginin, bir çocuğu eşine doğum
günü hediyesi olarak vermesi canımı çok sıktı. Bir hayvansever ve bu yüzden de
vejetaryen biri olarak hayvanların dahi bu şekilde hediye edilmesine gönlüm
razı değilken, bir çocuğun video ile takdim edilmesi! çirkindi. Ah Mehmet Emir
ah!

Gelelim Bahar ve Ateş
kısmına. Yani uzun süredir devam eden bu sancılı ve ağrılı tarafımıza. Aynı
evde yaşadığımız insanların bakışından, duruşundan, sesinin tonundan bile ruhunu
çözeriz, etkileniriz. “Bir şeyler yolunda değil” deriz. Evine ve evinde
olanlara bu kadar yabancı bir Bahar yaratmayı nasıl beceriyorsunuz? Gelincik
Yokuşu’nda kıyamet kopuyor ama Bahar sanki o evde yaşamıyormuş gibi her konuya
misafir kalabiliyor. Başka dünyalarda, başka kaygıların peşinde olabiliyor.
Bahar akıllı bir kız. Duygusal olması zekasını köreltmez. Tatsız ve gri tarafta
durmasın diye resmen o ve Ateş için toz pembe bir dünya yaratılmış ve bir
fanusun içinde yaşatılıyorlar. İnanın iki ayrı dizi izliyor gibiyim. Bahar ve Ateş
sanki başka bir hikayede, başka bir dizide oynuyor gibi. İkisinin de hikayeden
koptuğunu görüyorum.

Ateş bir avukat olarak çevresinde gelişen bu adli vakanın
içinde çok silik duruyor. Onun bu konuda aktif, sorgulayan biri olması lazım.
Kendi kendine sorular sormaktan öteye gidemiyor. Yapmayın! Ateş ve Bahar’ı
hikayeye dahil edin lütfen. Bu bölüm Bahar ile Ateş’in aynı karede fotoğraflarını
bile kesemedim. Durum o derece vahim.

Kısa kısa değinmem
gereken noktalar ise; Onur’un olduğu cephe iyi ilerliyor. Kaydî paralarla
ilerlemek, çil çil altın taşımaktan daha zekice. Beyza müthiş bir karakter. Bu
kadar az rolü olan biri için Görkem Gönülşen harikalar yaratıyor. Mücella’nın gizemine bu
bölüm bayıldım. Taşları yerinden oynatır bu gidişle. Cengiz, hırslı ve çalışkan
bir polis olarak göz dolduruyor. O enteresan tebessümünün altına bir hikaye
yazılırsa müthiş olur. Refika ve Güleser bir fotoğraf karesi olmaktan öteye
geçtiler, mesudum. Hasret’e biraz hasret mi kaldık ne? Hadi azıcık o tarafa da eğilin.
Mezarın boş olduğunu Nurangil’den öğrenmeseydik, emniyetin evi arayıp, bahçeyi
kazmasından müthiş heyecanlandırdık. O sahnelere biraz yazık olmuş.
Bölüm sonuna fragman
koymadınız ya, alacağınız olsun!