“Savaş meydanını yara almadan terk eden var mı?” diye
sormuştum geçen hafta. Sorumun cevabını biliyorum aslında ama savaş
meydanlarının bu kadar hızla çoğalacağını da tahmin etmemiştim. Kadriye Hanım’ın
oyuna girmesiyle birlikte savaş başka bir arenaya da taşındı. Cemal’e babasını
hatırlatan o atölyeyi verip karşılığında hem annesiz bırakıp hem de haklarından
feraget etmesini sağlamak oldukça şeytanca. Erken konuşmak istemiyorum ama
gördüğüm kadarıyla bu hikayenin canavarı Kadriye Gökdemir.
Sami ve Hülya’nın ayrılması, Asaf’ın Hülya’yla kaçıp gitmesi
hikayesinin odak noktasının Kadriye Hanım olduğunu biraz yerli dizi izleyen herkes
anlamıştır zaten. Ama bu kadar komplike bir kötülük beklemiyordum ben.
Yalnız Kadriye Hanım’ın atladığı, daha doğrusu bilmediği bir detay vardı ki o
da Cemal’in Sami’nin oğlu olduğu.
Yine de Kadriye Hanım’ı bir karakter olarak sevdim. Daha
yüzünü göstermeden hikayede bıraktığı iziyle merak uyandırmıştı, varlığı da
beklediğimize değeceğini gösteriyor. Dimdik bir karakter Kadriye Hanım, bastığı
yer titretenlerden. Karton değil en önemlisi. Onun da dönüşeceği, hayata daha yumuşak
bakışlar atacağı malumunuz fakat bu dönüşümü en sancılı yaşayacak
karakterlerden biri de o şüphesiz.
Kadriye Hanım’ın Hülya’yı istememesini anlıyorum. O sebeple
orada ‘Neden?’ diye sormayacağım. Fakat Asaf’ın neden gittiğini merak ediyorum.
Bu gidiş sadece aşktan değildi bence, bir kaçıştı. Belki de kendinden kaçış…
Hikayenin geçmişe uzanmasını ve o günleri bizzat izlemeyi
çok istiyorum.
Aşk ise kaçınılmaz bir hadise, hem de hangi yılda yaşarsanız
yaşayın. Yıllar önce aynı kadına aşık olan iki kardeşin kaderini, günümüzde de
iki kardeş yaşıyor. Gökhan’ın hastalıklı olarak tanımlanabilecek aşkı, Cemal’in
biraz kalpten biraz da inattan yürüdüğü yolla kesişiyor; karşılarında ise
güzeller güzeli Suna. Suna, kırılgan bir çiçek gibi dursa da görüyoruz ki
hayatın ona sunduğu zorluklara da kırılıp bükülmeden ayak uydurabiliyor.
Suna ve Cemal’in sahnelerini, Cevher’in kırgınlığını, bu
kırgınlığın öfkeye dönüşmesini sevdim. Nihayet bu hafta aşk üçgeninin kıyısına
ulaşmış olmamıza da sevindim. Zira Cemal’in kalbine dokunmak, Suna’yı
kabullenmek, Cevher’i izlerken keyif almak istiyorum.
Yeni senaryo ekibinin farkını hissettirdiği tek nokta şu an
için bu üçgen. Bu hissin dalga dalga her yana yayılmasını bekliyorum doğrusu.
Mesela Esra’nın başını durmadan derde sokmasını değil de, kendi ayakları
üzerinde durarak bu dertleri aşmasını bekliyorum bir de.
Esra’nın sürekli olarak mağdur olmasından, başına aldığı
dertlerin ailesini etkilemesinden, bu kısımların hikayenin merkezine
yerleşmesinden, Esra’nın sürekli ağlamasından, bu kadar saf olmasından,
hayatını idame ettirebilmek için hiçbir mücadeleye girişmemesinden sıkıldım! “Benim
param yok!” diye söylenip, her gün kafede bir çay içmeye koşmasındansa
çalışmayı düşünmesini, bunu yapamasa bile en azından dile getirmesini
beklerdim. Esra, tahammül edemeyeceğim kadar sinir bozucu bir karaktere doğru
yürüyor. Halbuki onu ilk gördüğümde, kozasından çıkmasını ve kendi ayakları
üzerinde durmasını izlemek için heyecanlanmıştım.
6. bölümle beraber Barış Yöş de İnsanlık Suçu’na veda etti.
Üzüldüm, zira bu diziyi izlememe de yazmama da neden olan onun kurmuş olduğu
dünyaydı. Umarım gönlüne göre hikayelerin peşinden koşar, keyifli dünyalar
kurar. İzlettiği her sahne için kendisine teşekkür ederim.
İnsanlık Suçu, reytinglerini bir tık daha yükseltmiş. Tabii bu
yükseliş, yeterli değil. Ama bu saatten sonra çok büyük zıplamalar olmayacağı
da belli.
Kim suçlu, kim mağdur... Büyük bir bilinmezliğin içinde iç içe geçmiş durumda karakterler. Gökhan'a kızsam, Sami'nin hatrı kalır; Sami'ye kızsam, Hülya'nın boynu bükük... Hem hepsine kızıp, hem de hepsini anlamaya çalışıyorum ben. Bakalım hikayenin sonunda kim hangi tarafta kalacak?
Emeği geçen herkesin emeklerine sağlık…