Türkiye’de karışık yıllar. Gençler aktif olarak
siyasi mevzuların içinde ve her gün onlarca kötü haber geliyor birilerinden.
İşte o yıllarda, rahmetli amcam da, eve gelmeyenlerden. Gençliğinin baharında
daha. O her eve gelmediğinde, babaannemle dedem evde dokuz doğuruyor. Dedem
sokak sokak gezip oğlunu arıyor sabahlara kadar. Amcam eve geldiğinde ise, onu
bağrına basmak ve sevgisini göstermek yerine, bağırıyor, kızıyor kavga ediyor
ve küs duruyor rahmetli dedem. Baba ya, duygularını belli etmeyecek. Sevdiğini
hissettirmeyecek. Gurur yapacak nedensizce. Belki amcamın ihtiyacı olan tek
şey, dedemin ona karşı duygularını belli etmesiydi. Belki, onu her şartta, her
koşulda sevdiğini ve sevmekten asla vazgeçmeyeceğini bilmesine ihtiyacı vardı. Bunun
cevabını net olarak hiçbir zaman bilemeyeceğim belki ama; Yamaç’ın ihtiyacı
olan tek şeyin, babası tarafından sevildiğini hissetmek olduğunu biliyorum.
Yamaç’ın yıllar sonra babasıyla ilk karşılaşmalarını
böyle hayal etmediğine eminim. “Ne bekliyordun ki?” dedi ya kendi kendine, işte
o an nasıl büyük bir hayal kırıklığı yaşadığını anladım. Nasıl da incindi
yüreği. Ah İdris, ilk tepki olarak insan, “El öpmeyi de mi unuttun?” diye sorar,
he İdris? Ya da “Niye geldin?” mi der? “İster kal, ister git.” mi der? Yamaç
gibi bir adam karşına gelmiş, gözlerinden yaşlar süzülüyor sana bir şey olacak
diye aklı çıkmış ve senden duymak istediği cümleler belli. Duygularını belli
etsen ölür müsün? Niye geldin yerine, “İyi
ki geldin, hoş geldin.” demek bu kadar mı zor? Şu hislerini, sevdiğini, inatla
gizleyen ve belli etmeyen insanları gerçekten anlamıyorum. Arkadaşım,
hissettiklerinizi mezara mı götüreceksiniz? Neyin inadı yani bu?
Vartolu'yu izlemeyi seviyorum.
Yamaç’ın, “Hâlâ çok güçlü olduğunu sanıyorsun değil mi?”
deyip, babasının tutmayan ellerine silahı uzatıp, “O tetiği çekebildiğin gün, ben
buradan gideceğim.” dediği sahne, gerçekten çok fenaydı. İçim sızladı. Bu sefer
İdris için ama. Kendini aşağılanmış ve çaptan düşmüş hissettiğine eminim.
Literatüre, “Yamaç Koçovalı zekası” diye bir kalıp
geçmeli diye düşünüyorum bu aralar. Vartolu’nun mallarını duman ettiği gibi,
bir de haini bulmak için mahalledekilerin çöplerini toplatması çok dahiceydi.
Daha da iyisi, Aliço’nun onları tek tek inceleyip, ayırıp, dikkati sayesinde
tarhana kavanozunun içindeki boş yüzük kutusunu bulmasıydı. Ama nedense İsa’nın
hain olduğuna ikna olamadım. Yani, zaten hain Selim ama; ona içeriden destek
atanın İsa olması üzücü ve şaşırtıcı. İdris’e çok bağlı görünüyordu çünkü.
Ah Selim… Seninle tam empati kuruyorum, üzülüyorum,
vicdan azabı çekiyor diyorum, ama sen başka bir hainlik yapıp hepsini yerle bir
ediyorsun. Bu bölümün başında, “Selim belki müzisyen olacaktı, cesaret
gösteremedi.” diyordum kendi kendime. Belki bambaşka bir hayatı olacaktı, Yamaç’ın
yaptığını yapacaktı ama, yapamadı. Gerçek anlamda, hiçbir konuda cesaret
bulamadığı için böyle öfkeli her şeye belki diyordum. Bir de üstüne babasının
uyandığını duyduğundaki sevinci, kursağında kaldı ya; içim sızladı. Sultan
karşısına dikilip, “Cihangir’le Mücahit gelsin.” diyor baban dediğinde, iyice
üzüldüm ona. Ama sonra gidip, Vartolu’ya her şeyi söyledi, hainliğine hainlik
ekledi. Selim, yaramazlık yapıp fark edilmek isteyen çocuklar gibi. Ama ne
yazık ki, artık çocuk değil. Evet, yaraları var. Anlamaya da çalışıyorum onu.
Ama bu yaptıklarını meşru kılmıyor.
Yazı devam ediyor...