Senaryoda diyalog yazarken en çok
yakınılan şey, gerçekçi diyaloglar kuramama endişesidir.
Yarattığınız her karakter bir bireydir ve hepsi kafanızın
içinde konuşur. ''Keşke beynimdekileri direkt olarak word
dosyasına aktaracak bir harici disk olsa!'' dersiniz çünkü
kaçırdığınız tek bir cümle, diyalogların akıcılığını
kaybetmesine sebep olabilir. Eğer bu kendiliğinden ilerlemesi
gereken replikler oluşmuyorsa, ''aa şimdi buraya ne yazsam, şimdi
burda X ne cevap verse..'' diye düşünüyorsanız o muhabbet
tıkanır. Etkili cümle olmalı diye kasmak, durumu tamamen
zorlaştırır, yapay hale getirir. Nuri Bilge filmi değil ki,
Balat'da dizi çekiyorsun sen.. Yazarken duraksamayı bırakın,
Şeref Meselesi'nin senaristinin senaryonun orta yerinde sokağa çıkıp turladığını,
arkadaşlarıyla goygoy yaptığını sonra gelip tekrar masa başına
oturduğunu falan düşünüyorum. Bu kadar atarlı, bu kadar laf
sokmaya, edebiyat yapmaya meraklı karakterlerle karşılaşmamız
mümkün değil gerçek hayatta. Ha karşılaştıysak da büyük
ihtimalle bir 70'lik bitirmiştir o abimiz..
Peki gerçek bir dünya kurmak mı
yoksa hikayeye, karakterlere özenmek mi önemlidir izleyici için?
Tabii ki teraziyi ne kadar dengede tutmaya çalışırsak o kadar iyi,
fakat beceremiyorsak da hikayeye yoğunlaşalım değil mi? Gerçek
dünya kurmak, platoda çekim yapmamak değildir; karakterleri soyut
dünyalarından çıkarıp, alttan alttan olayların gerçekleşeceği
zemini hazırlamaktır. Altan Dönmez ve ekibi bunu da reddetti;
börtü böceğe, kapı pencereye dikkat etmekten Evim Şahane'nin
dekorasyon ekibinden farkları kalmadı. Beyaz eşyaya kadar özen gösteriyorlar, pansiyoner kızımızın küçücük pansiyon odasında
poğaça yapabilecek fırını dahi var!
Maalesef yakışıyorlar
Mesela Yiğit; ilk bölümde kolay kız
imajı çizen Derya'nın (öpüşmemiş olabilir ama Yiğit'in öylesi
rahat davranmasına Derya'nın cilveli tavırları izin vermişti)
üvey babasını tekme tokat dövecek bir duyarlılıktaysa,
Sadullah'tan intikam almak için ''şerrrrrref sözü'' deyip son
derece masum olan Kübra'yı kullanmamalı. Yiğit ne ara bu kadar
net kötü biri oldu? Annesiyle İstanbul manzarasına karşı sohbet
ederken uzaklara dalarak ''Seni yeneceğim İstanbul!'' gazına
geldiğinde mi? Yoksa aralarında nasıl bir ilişki olduğunu çok
da anlayamadığımız babası kendini asınca mı? Ayrıca şu haksız egosu ve narsistliğinden bir an önce kurtulmalı.. Çekilmez bir hal aldı herkesi ayartmaya çalışması.
Çay var içersen, ben var seversen
Uyanır uyanmaz, iki lokma bir şey
yemeden Derya'nın babasına girişen ve her zaman 'peace, John
Lennon, yaradılanı severim yaradandan ötürü' ruh halinde
olan Emir, nasıl bu kadar vahşileşti? Yumruk attığında ''ayy
acaba benim elim de acır mı?'' sorusunu sorabilecek potansiyelde
bir çocuktu o. Avukatlık kisvesi altında masonik tiplerden de staj
teklifi aldığında mutlu oluyor, bilmiyor ki bir gece Rotary Club'ten
çıktığında çiğköfte-ayran yaparken üçüncü göze
yakalanacak..
Yiğit bu ne biçim araba kullanmak, bu ne biçim araba kullanmak? - Her gün bir Falım, stressiz başım
Daha Sibel'in, Emir ile ilişkiye
başlamış olduğunu anlayamamıştım.. Oysa şimdi Sibel, Bora ile
Çırağan'da düğün hayalleri kurar oldu. Ama ona sorarsanız,
istemiyor canım! Bora da Sibel'e sürekli deli gibi aşık
olduğunu, onsuz yapamayacağını belli eden Mecnunvari cümleler
kuruyor iki dakika sonra ''iki gün kaçamak yapalım mı, hem
birbirimizi tanımış oluruz?'' diyor. Tanışmıyorsun ama onsuz
nefes alamıyorsun, buralarda hiç duramıyorsun. E tek başına,
yalnız da kalamıyorsundur sen şimdi!
Ben bu ''belki benim param senin cebine
girmiştir'' durumundan da bayılacağım artık! Gençler hayırdır?
Satürn'ünüz şans ile aşk evine girdi ve bir daha da çıkmayı
düşünmüyor mu, bu ne tesadüf? Herkes aynı mekana gidiyor,
sanırsın üç yıldızlı otelin ortak kullanım alanı.. Ortak
dedim de aklıma geldi; Nihat Bey eski solculardan mı acaba? O Rus
abla evlere servise de gidiyor, Yiğit'e de, Sadullah'a da.. Bu kadar
da paylaşımcı olmamak lazım. Nihat gibiler hemen topuğuna sıkmaz
mıydı kadının? Racon çok genişlemiş..
O atlanamayan, becerilemeyen zaman
atlamaları hala devam ediyor.. Oyuncunun oyunu da olmayınca, arkaya
güzel bir dönem şarkısı eşliğinde dört dakikayı bir güzel
yedirdiler bize. Ben de kaçıncı bölümde şarkı taktiğine
geçecekler diyordum.. Üç esas kız, iki esas oğlan (+1) var ve
cinsler arası yapabilecekleri her türlü kombinasyonu deniyorlar.
Zaman atlamaları da ilişkiler de o kadar hızlı oluşuyor ki; her şeyin altı çok boş kalıyor. Kimin, neyi, neden yaptığını
anlamıyorum. Ben de diziyi izlerken kendimi Dr.Mann'ın kendi ekseni
etrafındaki dönüşünü 67 saatte tamamlayan gezegeninde
hissediyorum. (Interstellar izlemeyen benimle muhattap olamaz)
Öyle ya da böyle dördüncü bölüm
de bitti. İlk üç bölümü izlemeseydik bir şey kaybetmiş olur
muyduk, açıkça hayır. Pozitif anlamda bir değişim de yok.. Ha
iyi olan şeyler de var; jeneriğe laf yok. O kadar..