Çocukken en büyük hayalim öğretmen olmaktı. Takıntılı derecede hem de. Öyle ki apartmandaki çocukları toplayıp kendimce öğretmenlik yapardım. Dışarıda da korurdum onları, sahiplenirdim. Çünkü bilirdim ki öğretmen olmak sadece okul duvarlarıyla, defter kitapla sınırlandırılmış bir şey değildi. Hayatın her anından sorumlu olmaktı. O yüzden Bahar'ı çok iyi anlayabiliyorum şimdi. Benim çocukluğuma gömdüğüm hayallerin peşinden gidip gerçekleştirdiği için de hayranım ona hatta. Çünkü, öğretmenlik neyse doktorluk da oydu, kanaması bir türlü dinmeyen bölgeler için.
Sevmeye başlıyorum yavaş yavaş. Söz'ün o askeri soğuk havasına Aybüke Pusat'ın soğukluğunu daha çok yakıştırmaya başladım bile diyebilirim. Hikayede daha çok gördükçe alışıyorum, inanmaya başlıyorum. Bahar şu an hayatının sıkıcı tarafını renklendirmek için düşse de Karabayır yollarına, bölge halkını tanıdıkça yaralarını gördükçe bu sevdanın Yavuz aşkının bile önüne geçecek bir hayat ideolojisine dönüşeceğini düşünüyorum. İlk engelde pes etmeyeceğinden her ne kadar emin olsam da bu sarsıntının artçı etkilerini de merak ediyorum. Farkında olmadan Yavuz'un karasularına kapılmasını ise zevkle takip ediyorum.
Yavuz'un geçmiş ilişkisinde gördüğümüz kadarıyla yaralı bir anı yok. Yani Yavuz, Merve'yle herhangi bir tartışma içine bile girmemiş neredeyse. Aksine yaşayacak bir sürü güzel anı varken bıçak gibi kesilmiş hayalleri. Bu durumda hiç bir kötü anının olmadığı üstelik yarım kalmışlıklarla dolu -çünkü en çok yarım kalanlar yorar insanı- bir insanı nasıl unutabilir de yeni bir aşka yelken açar, bilmiyorum. Tabii ki tüm bunları trikotajla hiçbir ilgisi olmadığı halde sürekli ağ ören kader ve drama kraliçesinin akıl almaz oyunlarından bağımsız olarak söylüyorum. O yüzden bu yol biraz uzun ve zor. Ne kadar yavaş ve dikkatli yürürsek o kadar az yara alırız. Yavuz'u biraz daha tanımak daha öncelikle bir tercih. İzinli günlerinde daha çok Fethi'yle bir şeyler paylaştığını görüyoruz.. Bu beni ileride göreceğim dörtlü adına -Fethi-Eylem, Yavuz-Bahar- adına mutlu ediyor. Ve biz Yavuz'un askeriye dışında üsteğmen rütbesinden ne kadar kolay sıyrılabildiğini görüyoruz. Yavuz yalnız bir adam. Yalnız ve yaralı. O'nun bu anka kuşu hikayesinde yeniden doğmasına yardım edecek kişi de Fethi ve illa ki Bahar olacak. Umut meşalelerini yaktık bekliyoruz.

Hafız, ailesi ve Erdem Yarbay hakkında ise düşüncelerim hala aynı. Nihat Altınkaya'dan ne beklediğimi ben de bilmiyorum ama, ekranda gördüğümün memnun etmediği çok açık. Silah kullandığı ve dövüştüğü sahnelerde öyle bir amatörlük var ki; öylesine sakil duruyor ki o tavırlar üzerinde. Hala bir asker olduğuna inanamıyorum. Karısı ve kızıyla sahnelerinde baba olduğuna inanmakta hiçbir sıkıntım yok mesela ama bu da yetmiyor şu an için. Mestan pardon Hafız ise o sürekli dolmaya hazır gözleri ve her daim Küçük Emrah'ı andıran tavırlarıyla hala bana en uzak karakter. Hikaye matematiğinde sanki: 'Dur bir de muhafazakar karakter koyalım da herkesin gönlü olsun.' mantığıyla oluşturulmuş gibi duruyor.
Üstelik bu karakter bir önceki işinde de tıpa tıp aynı karakteri canlandırmış bir oyuncuya emanet edilmiş. Dışarıdan izleyen bir göz olarak durumu incelemeye alalım hemen. Karın hamile, üstelik daha önce de hep hüsranla sonuçlanmış ve yine aynı şekilde sonuçlanması mümkün olan riskli bir hamilelik yaşıyor. Senden bir kere olsun yanında olmanı istiyor ve komutanın sana gitmen için izin veriyor hatta baskı yapıyor ama sen 'benim burada olmam lazım.' edebiyatı yapıyorsun. Ve eğer sen gidersen ekip çok büyük bir eksikle mücadele etmek zorunda kalmayacak. Eee?! Bilemiyorum Altan bilemiyorum. Bu arabesk tavırlar bana çok uzak.
Yazı devam ediyor...