Bölümün keyif veren başka bir yönü de bazı ufak detayların halledilmiş olmasıydı. Osmanlı İmparatorluğu’nun çok uluslu bir devlet olduğunu tekrar hatırlayarak şehir merkezinde, ahalinin arasında geçen sahnelerde kadrajların sağına soluna bol bol gayrimüslim vatandaşlar yerleştirmişlerdi. Bir de sahnelere doğrudan dahil edilselermiş hepten keyifli olurmuş.
 
Çok ulusluluk meselesiyle ilgili daha da keyif veren şey ise dönemin Ermeni Patriği Kevork Efendi ve adamlarının bölümde kendilerine yer bulmuş olmalarıydı. Hz. İsa’nın dirilişini kutlamak için düzenlenen Kızıl Yumurta Yortusu’nun hangi gün yapılacağı konusunda anlaşmazlığa düşen Ermeni ve Rum cemaatlerinin derdine derman olunması talebiyle Abaza Mehmed Paşa’nın karşısına gelen patrik beni oldukça mutlu etti. 

Proje olarak Kösem’in maalesef ki sıklıkla tuzağına düştüğünü ve seyirci bazında sıkıntısını da çokça çektiğini düşündüğüm, ele alınan tarihi dönemi bol çeşitte malzemeyle canlı bir şekilde işlemek varken sadece Osmanoğulları’nın yemeden içmeden birbirlerini boğazlaması kısır döngüsüne saplanıp kalmasını biraz da olsa aşabilen, Devlet-i Âliyye’nin muhattap olduğu farklı farklı siyasi konulara da değinen bu tür detaylar o kadar hoş oluyor ve diziye o kadar güzel nefes aldırıyor ki, aralara ne kadar çok serpiştirilirlerse o kadar iyi bence.
 
Farya Sultan’ın mürebbiyesi Madam Marguerite’ı da nihayet bir harem çalışanı olarak Osmanlı kadını kıyafetleri içinde görebildik. Bayağı geç oldu ama geç olsun güç olmasın diyelim. Saraya yerleştikleri ilk gün Lâlezar Kalfa’nın bahsettiği Osmanlı sarayı geleneklerine uygun şekilde eğitimden geçirilme konusunu ancak tamamlayabildiğini düşüneceğiz artık. Aslında birkaç hafta önce kendisinin yeni kılık kıyafetiyle Farya’nın karşısına çıktığını görsek, Farya’yla bu konuda ufak bir şakalaşma yaşasalar çok sevimli olurdu bence ama buna da şükür. Geç olması hiç olmamasından iyi. Biraz da eli haremde bir iş tutsa tam olur ^^

Farya demişken, sanıyorum ki çoktan Topkapı Sarayı’na gelin olduğuna bin pişman olmuştur kendisi. Macaristan’da kalsa en fazla hakkı olan tahttan feragat etmiş ama büyük olasılıkla çok daha mutlu mesut bir hayat sürmekte olan bir prenses olacak olan kendisi, bin türlü dalaverenin ve can pazarının ortasında kaldı. Saraya geldiği ilk bölümde harem hakkında çok şeyler duyduğunu, bir masal diyarı olduğunun anlatıldığını söylemişti Kösem Sultan’a. Duyduğu şeylerin çoğunun yalan olduğunu söylemişti Kösem de ona. Anlatılanların peri masalı değil, korku masalı olduğunu acı yoldan öğrendi sanırım artık kendisi.
 
Çoğu seyirci gibi ben de karakterden yazılış şekli yüzünden zerrece haz etmesem de içine düştüğü son duruma üzülmedim de diyemem. Tabii bu noktada 4. Murad karakterinin son haftalarda iyiden iyiye sevimsiz bir adama dönüştürülmüş olmasının da etkisi çok. Dengesiz halleriyle ne zaman ne yapacağı belli olmayan kendisi, sezon başında aşkından dağları delecek Ferhat gibiyken gözünü bile kırpmadan sözde aşkından öldüğü kadının boynuna yağlı urganın dolanmasını emretti. İki tane çocuğunun ölümüne sebep olan bir kadına acımaması normal olsa da, Ayşe Sultan da Farya’nın ve dolaylı yoldan kendisinin de doğmamış çocuklarının ölümüne sebep olmuştu. Onu neden boğdurtmadın madem diye sorarım ben bu noktada bu büyük aşığa.
 
Farya son anlarında can havliyle hamile olduğunu haykırdı ama sonuç ne oldu bilinmez. Bir sonraki bölümün fragmanında Farya’ya ve hayatta kaldığına dair bir emare göremedik. Bana bunca zamandır dizide tuttuktan sonra Farya’dan bu kadar kolay vazgeçmezlermiş gibi geliyor. Yok eğer gerçekten öldüyse büyük sürpriz olur. Ölmediyse bundan sonra artık ortada aşk falan kalmazmış ve Farya karakteri bambaşka bir noktaya gidermiş gibi geliyor. Kimbilir, belki de kayıplara karışan katanasını tekrar kınından çıkartmasının vakti de böylece gelir. Bakalım, göreceğiz.
 
Bu hafta bayağı bir yazıp anlattım. Sabredip sonuna kadar okuyanlara teşekkürler. Gelecek hafta görüşmek üzere :)
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER