Yayın saati gece yarısının kör karanlığına yaklaştıkça
Muhteşem Yüzyıl Kösem ilginç bir şekilde kendine gelmeye başladı. Bölümlerde
son üç-dört haftadır yaşanan yukarı doğru ivmelenme bu hafta izlediğimiz 44. bölümde
– şimdilik – tepe noktasına vardı diyebiliriz. Sadık izleyicilerinin yine çok
geç saatlere kadar ekran başında kalmasına sebep olan bölüm temposu, akıcılığı
ve çarpıcılığıyla kendisini affettirdi. Sezonun en iyi bölümlerinden birini,
belki de en iyi bölümünü izledik.
Hemen her şey olması gerektiği gibiydi. Dönemin tarihi
gelişmelerinin dizideki hikaye kurgusunun helesi büyük çoğunluğunu kaplamaya
başlamasıyla birlikte hemen hemen hiçbir gereksiz sahnesi ve diyaloğu olmayan, incir
çekirdeğini doldurmayacak tarzda lafı uzatıp duran harem hikayelerinin
neredeyse hiç ekran şansı bulamadığı, başından sonuna kadar dolu dolu bir bölümdü.
Oldukça karanlık ve oldukça da tempoluydu. Sezonun ilk bölümlerinden beri
kurulabilmiş olmasını dilediğimiz akıcı ve tarihi detaylarla paralel giden
yapının ete kemiğe bürünmüş hali gibiydi.
Dizinin silkelenip sezonun bu noktaya
gelebilmesi için reyting listelerinde çok üzücü bir şekilde en son sıralara
kadar düşmesi ya da yıllarca 1.liği kimselere kaptırmayan dünyaca ünlü bir marka
haline geldikten sonra PT2 diliminde saat 23.00’lerde yayınlanmak zorunda
kalması gerekiyormuş demek ki. Keşke sezonun en başında neyin ne, kimin kim olduğunun anlaşılabildiği güçlü bir başlangıç yapılabilmiş olsaydı da bu noktalara hiç gelinmeseydi.
Bölümle ilgili ufak tefek detaylar haricinde sahne sahne
eleştirilecek çok bir şey yoktu bu sefer. Hazır bu kadar iyi bir
bölüm gelmişken fırsatı değerlendirip sezonun geneli hakkında aklıma takılmaya
devam eden, yanıtları dizide hâlâ inatla verilmeyen kimi hikaye ve karakter boşluklarına
değinmek istiyorum. Ama öncelikle bölüme bir bakalım.
Güzel olmasına gayet güzel bir bölümdü ancak pek de
suikasta benzemeyen bir suikast girişimiyle açıldı perde. Muhteşem Yüzyıl’ın
alâmet-i farikası gibi bir şey oldu bu durum. Her iki dizide de toplasanız
iki-üç benzer sekans gerçekten padişahlara ya da şehzadelere yönelik ciddi
ciddi bir suikast girişimi şeklinde yansıyabildi ekrana. Geri kalanları o
hissiyatı seyirciye bence pek geçiremiyor. Bu hafta izlediğimiz sahne Çağatay
Tosun’un başarılı rejisiyle kısa ama tempolu bir şekilde kotarılmış güzel bir
sahneydi ama takdir edersiniz ki koca sultanı ve şehzadeleri öldürmek için üç
tane adam gönderilip dövüşmeler kaşla göz arasında suikastçıların aleyhine
bitince ortadaki şey pek de suikasta benzeyemiyor, durumun tehlikesi ya da
ciddiye alınacak bir tarafı pek kalmıyor.
4. Murad’ın bilinen hasekilerinden bir diğeri olan
Sanavber Hatun’un diziye dahil edilmesini sağlayan hikaye açısından hatunun
Murad’ı öldürmekten vazgeçmesi ve Murad’ın bu duruma biraz fazla tepkisiz
kalarak hatunu derdest ettirmek yerine durup dinlemesi anlaşılır olsa da
şehzadelerin ve onları korumakla görevli Kemankeş Mustafa ve Deli Hüseyin'in işlerini bitirmesi için ne olur ne olmaz birkaç tane daha suikastçı eklenmemiş
olması, biraz daha ölümüne kavga dövüşlerin gösterilmemesi kötü olmuştu bence.
Biraz daha can pazarı ortamının oluşmasını görmek isterdim açıkçası.
Hatta
Sanavber Hatun’un görevini tamamlayamaması ihtimaline karşın odanın dışında Murad’ı
öldürmek için yedekte bir-iki adamın daha bulundurulması, Murad’ın şehzadelerin
yanına giderken onlarla da boğuşması çok daha iyi olurmuş. Üç kişiyle yapılmaya
çalışılan suikast elbette ki başarısız olacak.
Suikast girişimi sayesinde Şehzade İbrahim’in zayıf ve
ürkek karakterini bir kere daha görmüş olduk. 2. sezon, sezon dahilinde
izlediğimiz karakterlerin alt hikayelerini ve siyasi olayların evveliyatını
hakkıyla anlamlandırıp kafamızda tam olarak oturtabilmiş bir şekilde rahatça izlememize
maalesef ki olanak tanımayan çok ileri bir noktadan başladığı için bölümler ne
kadar düzelip iyiye gitse de genel olarak oturmayan ve dahası oturabilecekmiş
gibi de görünmeyen yapısıyla büyük boşluklar içeriyor malumunuz. Elimizde
bulunan ve hakkıyla anlatıldıklarını düşünmediğim, hatta sanki inatla
anlatılmıyorlarmış gibi görünen karakterlerin kişiliklerini ve motivasyonlarını
kendi çapımızda anlamlandırmaya çalışıyoruz. Şahsım adına bunlardan
bir diğeri de Şehzade İbrahim.
Kardeşler arası ilişkiler zaten genel olarak oldukça zayıf olsa
da şayet dizi en sonuna kadar gidebilirse bu kardeşler arasında bizi en çok
ilgilendirecek olan Şehzade İbrahim’in sezonun başından beri gördüğümüz aşırı panikli,
en küçük bir olumsuzlukta en kötüsünü düşünmeye başlayan aşırı karamsar, korkak
ve güvensiz karakterini çözmeye çalışıyorum. Yaşadıkları sarayda her gün
birilerinin kellesi uçsa da validesi Kösem Sultan’ın başa geçtiği dönemden beri
şehzadelerin ve aile üyelerinin hayatlarına yönelik bir öldürme girişimi
bildiğim kadarıyla yaşanmıyor. İbrahim birebir bu travmayı yaşamadan şu anda
izlediğimiz yaşına geliyor. Buna rağmen gölgesinden korkacak naiflikte bir
şehzade.
Sanıyorum ki bu hallerinin sebebini 1. sezonda, Valide
Sultan makamını kısa bir süreliğine devralan Halime Sultan’ın bütün şehzadeleri
öldürmeye kalkıştığı 26. bölümün finalindeki sahnede aramamız gerekiyor. O
bölümde yetişkin şehzadeler cellatlarla boğuşurken İbrahim bütün bu can
pazarını beşiğinde dinlemek zorunda kalan, insanoğlunun temel güven duygusunu eksiksiz bir şekilde alması gereken yaşlarında böyle bir travmaya duyarak da olsa tanık
olan bir bebekti biliyorsunuz.
O yaşta bir çocuk böyle bir
olaydan bu kadar bilinçli bir şekilde etkilenmiş olabilir mi tartışılır ancak şimdilerde
karakterinde gördüğümüz bu kendine aşırı güvensiz, ürkek ve korkak evhamlı hallerin
kaynağı belli ki o sahne. İbrahim bizlere biraz daha yakından tanıtılsa, karakteri
biraz daha anlatılsa çok iyi olur bu nedenle. Deli Mustafa’dan daha bile
çarpıcı bir deli karakter yaratılması işten bile değil zira.