Malum, günümüz teknolojisinde her
an her şeyin fotoğrafını çekmek mümkün. Ama ben en çok sevdiklerimle yaşadığım
anları, o anların dışına çıkıp uzaktan zihnimde fotoğraflamayı seviyorum. Hafızamda
böyle bir sürü kare var. Rahmetli anneannemle evinin koridorunda araba yarışı
yaptığımız günler, babamla tezahürat yaparak izlediğimiz maçlar, şehir dışında
olan annemin ansızın çıkıp geldiği doğum günüm, çok sevdiğim tatlısının
tarifini bana veren rahmetli babaannem, arkadaşlarımla okulun kantininde yaptığımız
yuvarlak masa sohbetleri… Hepsi benim hayatımın en güzel kareleri.
Ömer’in de benim gibi, evinde
Defne’yle birlikte verdiği davette, “Kesin Sinan geldi!” diye diye evine
doldurduğu tüm ailesine şöyle bir uzaktan bakarak fotoğraflarını çektiğini,
o sıcak evi hafızasına kaydettiğini hissettim ben. Bir yıl önce Roma’da
yalnızdı. (Duştaki şahsı ve leprikonu saymazsak!) İnandıklarına aykırı davranıp
kendisine oyun oynayan herkesi cezalandırmak ve kendini onlardan korumak adına
çekti gitti. Ancak ilk anın şoku ve üstüne gelen öfke dalgaları dindiğinde,
olanları bir parça hazmettiğinde durumu zihninde irdelemeye başladı. Bu
hareketi ona ne kazandırdı? Herkese küsmekle, kendini sevdiklerinin sıcağından
mahrum bırakmak ve çok da gurur duymadığı bir hayata mahkum olmakla ne geçti
eline? Şu sıcak aile hayatını, dostlarıyla ettiği sohbeti, sevdiceğine
sarılmanın verdiği huzuru bulabildi mi?
“Ne zaman uzak kalsam senden
Seni sevdiğimi tekrar anlarım
Özlerim seninle geçen günleri
Hayalinle yaşarım”*
Gülümseyin çekiyoruuum!
Kabul edelim ki kötülüğün hakim
olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Henüz distopya kitaplarında anlatılan şeyler,
hayatımızda olmasa da, bir peri masalının içinde yaşadığımızı da iddia
edemeyiz. Sıkıcı kişisel gelişim kitapları gibi konuşmak da istemem ama, o
kötülüklerin içinde kendi nefes odacıklarımızı, kendi cennet adacıklarımızı
yaratmak da bizim elimizde diye düşünüyorum. Bazen sevdiklerimize sarılarak, bazen
sevdiğimiz işi yaparak, bazen seyahat ederek, güzel anılarla dolu fotoğraf
albümüne yenilerini eklemek mümkün. “Hepimiz
bir bataklıkta yaşıyoruz ama bazılarımız yıldızlara bakıyor.”** Aksini
yapıp bataklığa saplanarak mutlu olan varsa buyursun anlatsın! Belki
hayalperestlik dersiniz, belki Polyannacılık dersiniz buna, ama ben rasyonel
bir romantiklik diye adlandırmayı tercih ediyorum. Gerçekleri göz ardı etmeden,
lakin tamamen bir mutsuzluk ve umutsuzluk sarmalına da kapılmadan sürdürmeliyiz
bu yolculuğu. Bunun en iyi yolu da; bize bulaşmaya çalışan kötülüğün üstünden
atlamak ve içimizi rahatlatacaksa affetmek. Tıpkı Ömer’in yaptığı gibi.
“Affetmek herkesi, her şeyi... Küskünlükleri geride bırakmak, öfkeyi
söndürmek belki de en iyisi. Mutsuzluklara, kırgınlıklara konsantre olmak
yerine, içindeki mutluluğu bulmak. Ona tutunmak ve affetmek.”
Hayatta bir şeylere tutunmak ve o amaç uğruna
çabalamak güzel bir şey. Bir amacımız olmadığı zaman Neriman gibi zihnen 20
yaşına geri dönme riskimiz olmayabilir ama bir şeylere, bir ideale sarılmazsa suyun üstünde gezinen nilüferler gibi bomboş bir şekilde sürüklenip gideriz. Yeter
ki tutunduğumuz şey güzel bir amaç olsun, çünkü salt kinimize tutunursak o da
bizi zehirler. İnsanoğlu bu; evrenin şimdilik en akıllı varlığı. O zekasını
iyiliğe olduğu kadar kötülüğe çalıştıranlar da var, kötülük de haksızlık da
yaparlar. Oturup sadece kötülüklere hırslanmak ve diğer tüm iyiliklere de
gözümüzü kapatmak insanı kilitler. Elbette ki bir tokat atana öteki yanağını da
çevirme pasifliğinden bahsetmiyorum. Ama o tokadı atanın peşinden koşup sürekli
ona karşı kinlenmeyi de çok yorucu buluyorum. Oysaki affetmek ve unutmak
rahatlatır, insanın zihnini özgürleştirir.
Yazı devam ediyor...