Çok sevdiğim bir dostum var -tanıyorsunuz muhtemelen, belki
en az benim kadar seviyorsunuz da- Sevmeyi “bu kadar” becerebildiği, şahane anların peşinden bu kadar kararlılıkla
gidebildiği ve ne olursa olsun doğrudan ayrılmadığı için, hayranım ona. “Benim
yüzümden oldu, içim dayanmıyor.” diyen bu adam kadar sevmeyi kendine kutsal
görev bilen ve sorumluluklarına bu kadar bağlı bir arkadaşım olmamıştı hiç. Bir
kez daha tanışalım madem, sen Defne’nin Ömer’i olmalısın! Duyduğum kadarı ile
şahane anlar ile kafayı bozmuşsun, peşinden koşuyorsun. Ve tabii ki karşına boy
boy engeller çıkıyor. Olsun, sen doğrusun ya... Yolunda daima doğru gidecek...
Sen istemeye ama çok istemeye devam et. O kadar iste ki gelsin. Gelecek kişi, 60 haftadır hala anlayamadığım Defne bile olsa, sen istemeye devam et. Kızım sana
söylüyorum, gelinim sen anla mantığı ile ufacık da bir tavsiye vermek isterim
sana: Şahane anları yakalamaya çalışırken, yalnız kalma. Yanında şahane olduğun
biri var ise, -iyi ki var- onunla iken
zaten her anınız şahane, tadını çıkar!
Her hafta bu gezegeni gitmeye neden bu kadar çok
hevesleniyorum diye soruyorum kendime. Elbette yine çat diye verecek bir
cevabım yok... Kısaca cevap verseler, “Bir küçük yüreğe dokunma meselesi.” der,
geçerim. Sonrada eklerim: Bazı kelimeleri anlamlarından alıp, başka anlamlara kavuşturuyor diye... Kurallar koymanın sıradan hale geldiği, haki gömlek giymenin “Artık
benim sevgilimsin.” demek istemesi imiş aşk. Konuşmaları için milyonların sokağa
döküleceği bir çiftin çekirdek çitleyip, kurabiye yemelerindeki mutluluğu
görmekmiş aşk… Ne garip değil mi? Kırk yıl düşünsem “İki sevgili birlikte çay içip kurabiye
yiyorlar, hatta kız çat çut çekirdek çitliyor. Nasıl aşıklar birbirlerine bir
görsen...” diyeceğimi akıl edemezdim. Böyleymiş işte.. Bazen bir bardak çay ya da un kurabiyesi ve hatta 250
gramlık tuzlu ay çekirdeği aşkın anlamı oluyormuş.
Çok sevdiğim arkadaşımın, çok sevdiği biri var, ondan da bahsedeyim. Bizim aramız biraz limoni gerçi ama yapacak bir şey yok... 60 bölüm boyunca hiçbir hareketinde mantık aramam
gerektiğini öğrendim Defne, üzgünüm bu hafta da payına “Manasızlık.” kaldı. İnan
kendimi zorluyorum, ortak noktalarımızdan gidiyorum. Ama senin yüzünden “Yaa Ömer
çok yakışıklı.” sığlığında görünecek kadar zor durumda kalıyorum. Mesela takdir görmek istemeni
anlıyorum, özellikle de Ömer’den duymak istemeni de. Çünkü hayatta bir şeyler
başarabilen herkesin içgüdüsel isteği budur. Hayatın sana pek nazik
davranmadığını düşünmediğini de anlayabiliyorum; insan olmanın laneti, ne
yaparsın!
"Baharda kuşlar gibi, geldin kondun dalıma" diyen ağaçalr görüyorum <3
Ancak Ömer’den takdir
isterken bile bu kadar suçlayıcı bir üslup kullanmanı anlamıyorum. Dinlenmemelerin,
fırsatları kaçırmaların, hep yarım kalan açıklamaların prensesi olarak, İso- Ömer
cephesinden sonra kafana göre kararlar almanı hiiiç anlamıyorum. Ömer’in
yanında bir ince belli çayın bile seni mutlu etmesini bile anlıyorum ancak
Pamir’in niyetini anlamamanı hala anlayamıyorum. Zamanında çokça özen
gösterdiğin ilişkin hakkında bu kadar patavatsızca konuşmanı da anlamıyorum.
Hem Pamir hem de Koray senin dostluk kontenjanında olmuş olsa gerek ki, Pamir’e
Ömer’i şikayet edebiliyor, Koray’a “Biz olamıyoruz.” diye dertlenebiliyorsun.
Acaba Nihan’ı fazla mı ihmal ettin be Defocik? Ve hatta iznin olursa birazcık
daha ileri giderek, tüm dostların damarına basacağım, affola... Artık Ömer’siz
Defne’yi de anlamakta zorlanıyorum. Çok üzgünüm.
Yazı devam ediyor...