Bu proje ilk duyulduğunda yaşadığım sevinci ilk yazıda izah etmiştim. Aynı esnada o sevinci gölgeleyen tedirginliklerimi, korkularımı da..

10 bölüm geçti. Talihsiz bir dönemde yayın hayatına başlayan dizi kendini ancak altıncı bölümde toparlayabildi. Araya giren koca bir yaz sezonu, seyircinin kafasında henüz tam anlamıyla oturmamış hikâyeyi unutturdu haliyle.

Aynı toparlanmanın yine yeniden yaşanacağına tüm kalbimle inanıyorum, az vakit var.

Bu ara işlerimin yoğun olması sebebiyle dokuzuncu bölümü yazmaya bir türlü fırsat bulamadım. Bunun için sevgili okurlardan affımı rica ederim.
Şimdi hem dokuz hem de onuncu bölümlere dair fikirlerimi paylaşacağım.

Dokuzuncu bölüm bittiğinde göz kapaklarımı kaldırma imkânım olsaydı, bölümü o anki coşku ve hislerimle yazmayı tercih ederdim. Olmadı.

Söze, ülkücü Mehmet’in şehit edildiği sahneden girmek isterim. Diziyi seyretmiyor olsaydım ya da şöyle diyeyim.. Televizyonum kapalı olsaydı ve o sahnenin sesi komşunun evinden geliyor olsaydı, Mehmed’in başında “sen öldün ben ölmedim” diye haykıran Ömer Başkan’ın feryâdını sahici bir çığlık sanıp soluğu komşunun kapısında alırdım. Sanırdım ki cenaze oradan çıkıyor. Ömer Başkan’ın “annen seni bana emanet etti ben şimdi ona ne derim” diyen sesi kulaklarımdan gitmiyor. Ufuk Bayraktar’ın, içinde yer aldığı sahnelerde oyunculuğuyla birtakım kusurların üstünü örtme gibi bir özelliği var. Bakıyorsunuz mesela şehit Mehmet’i canlandıran oyuncuya..

Bir insan ancak bu kadar o hissi veremez diyorsunuz. Kurşunlanma sahnesine bakıyorsunuz. Silahlardan çıkan o ateş görüntüleri falan. Ne bileyim. İnsan üzülüyor. Ben üzülüyorum en azından. Ama işte orada öyle bir şey oluyor ki.. Muazzam bir düzenleme yapılmış versiyonuyla Alay Marşı giriyor arkadan. “Sen öldün ben ölmedim Mehmet” diye haykırıyor Ömer. Bayrak geliyor sonra. Şehidin üstü örtülüyor. Sonra işte kusurları unutuyorsunuz orada. Çünkü daha önce hiçbir televizyon kanalında şahit olmadığınız bir şeye şahit oluyorsunuz. Salt bir kesimin masum yere öldürülüp, geri kalan tüm sağ görüşlülerin katil olduğuna inandırılmışsınız onlarca yıl.

Hep bunu seyretmişsiniz. Bir yer yakılmışsa, yıkılmışsa, birileri öldürülmüşse bunu hep sağcılar yapmıştır’ı ezber etmişsiniz. İlk kez birileri gelip putları yıkıyor. “O iş öyle değil” diyor. “Sırf biz öldük, siz hep yaşadınız” da demiyor mesela. “Biz de sizin kadar öldük, biz de acılar aldık” mesajının altını çiziyor. Ve insanın hatrına Neşet Usta’nın bir sözü geliyor o an. Diyor ki: Kusur görenindir! Neşet Ertaş yanılıyor olamaz. Bu hikâyeyi sevmeyi bir boyun borcu kabul ediyor ve yola devam ediyorsunuz sonra.

Memleket sevdalısı insanların kaleminden memlekete dair hikâyeler seyretmenin keyfi başka. Buna bir de iyi oyunculuklar eşlik edince ve sahneye sağlam bir müzik ile reji desteği eklenince “dur bi çay koyayım” diyorum, omzumdan yük kalkmış gibi. Yoğun hislerle kaleme alınmış, samimiyetle çekilmiş ve yürekten oynanmış her sahne kalbimde derin izler bırakıyor.

Dokuzuncu bölüm, standın kurşunlanma sahnesinden başka yine şehidin defnedilme sahnesinde de epey ağladım. Hatta diziyi seyretmemiş olan anneme de açıp izlettim o sahneyi sonradan. İyi işlerin şahitlik edeni çoğalsın istiyorum. İnandığım sahnelerin altını çizmeyi seviyorum. Hatta bunu, dizinin pr ekibinin niçin yapmadığını merak ediyorum. Her fırsatta dile getirdiğim “tanıtım eksikliği” sorununun dizinin en temel meselesi olduğunu düşünüyorum. “Aklımdan geçeni aklına koydum gene de işe yaramadı” der annem. Ben de aklımdan geçeni buraya bırakayım ama işe yarasın dilerim. Misal ben olsam dönemin üniversite olaylarını, sağ-sol çatışmasını anlatan bu hikâyenin ilk önce Türk gençliğinin gönlünde karşılık bulmasına yönelik çalışmalar yaparım. Üniversitelerde hâlâ benzer olayların yaşandığı, kardeşin kardeşe kırdırılmaya çalışıldığı şu günlerde niçin üniversitelerde oyuncuların, yazarın, yapımcının, yönetmeninin dahil olduğu paneller düzenlemiyorsunuz?

Misal bir defin işleminin bu kadar can yakıcı ve sahici gerçekleştiği başka bir hikâye hatırlamıyorum ben. Seyircinin gözyaşlarına boğulduğu o sahneyi niçin ertesi gün bütün haber sitelerinde “milyonları gözyaşına boğan cenaze sahnesi” başlığında okumuyoruz? Alay Marşı’nın yayınlandığı o bölümde, sosyal medyanın nasıl yıkıldığını ve sosyal medya reyting sıralamasında dizinin ikinci olduğunu hepimiz gördük. Niye sosyal medyada teveccüh gören sahneleri daha çok okurla, seyirciyle buluşturmayı denemiyorsunuz? Ertesi hafta yayınlanacak bölüm için gündemi diri tutmaya, seyircinin ilgisini uyandıracak çalışmalar yapmaya ihtiyaç var.
Bunlar burada dursun.

Dokuzun son, onuncu bölümün ilk sahnesi olan mahallelinin Ömer’i yedirmeme planı dev güzel hareketti. Mahallenin güzel abisi Arif’le Ateş Komiser’in omuz omuza verip oyunu bozduğu o kısım iyi okunması gereken, buram buram Anadolu irfanı kokan bir sahneydi. Zaten bu MTTB’li gençlerle ülkücülerin omuz omuza durduğu sahnelere ölüp bitiyorum ne yalan söyleyeyim. Bir kucaklaşma sahnesi ancak bu kadar insanın gönlünü titretir. Mustafa Bilgi ile Süleyman Özmen kucaklaşmasından söz ediyorum. Süleyman Özmen’e hayat veren oyuncu (çok özür diliyorum adına bir türlü ulaşamadım) muazzam oyun çıkarıyor. Tabii gerçeğe riayet edilirse -bilmiyorum kaç bölüm sonra ama- mutlaka bir yerde şehit olup diziden ayrılacak. Sonrasında mutlaka ekranlarda olması gerektiğini düşünüyorum kendisinin. Bir de geçen bölüm “bir komik erkeğe ihtiyacımız var ve o sanırım Ömer’in yanındaki kırmızı ceketli ülkücü” demiştim. Yozgatlı Mahir’miş o.. Hem Yozgatlı hem ülkücü hem de Mahir. Gerçekte de Yozgatlı olan İbrahim Ethem Arslan; samimiyeti ve oynadığı o dünyanın içine seyirciyi çekip alan oyunculuğuyla mutlaka altı çizilmesi ve ekranlarda sıkça boy göstermesi gereken bir oyuncu.

Dizinin yıldızı yükselen oyuncularından biri de Emel Dede. Bir kere çok güzel. Dev güzel. Ama yeter mi? Asla. Biliyorsunuz nice güzel gördük içinde oyuncu yok. Emel Dede muazzam oynuyor. Üzgünüm Leyla’dan girip, Yazımı Kışa Çevirdin’den çıktığım bi dolu şarkı türkü dolanıyor dilime onu görünce. Bir an bile “yahu bu kadından olmuyor” hissine kapıldığım bir sahne olmadı. Kara kara bakan gözlerini kocaman açıp Zafer’in karşısında devleşiyor ya.. Sonra birden yumuşuyor mesela. O ani duygu geçişlerini bile çok iyi veriyor. Neticede bu hafta da Leyla’nın askerleriyiz. Konu kilit.

Arif’i pek yakında, babasını öldüren katilin oğlunu ama ayrıca sevdiği kızın da kardeşini düşmanın elinden kurtaran kahraman olarak göreceğiz sanırım. Kubilay’ın hikâyesi bundan sonrası için işimize yarayacak gibi görünüyor. Neticede hâlâ hasta. Geçmişte çıkardığı ve bizim hiç görmediğimiz bir yangın hikâyesinden bile bu kadar etkilenmişsek bundan sonra açacağı belalar için şimdiden elimi ovuşturuyorum ben. Kubilay karakterinin çok bereketli olduğuna ve sağlam malzemeler çıkaracağına inanıyorum. Bir de şey. Işık’la Kubilay’ın gözbebeğine koyduğunuz o yangın efekti şeysini bir daha yapmasanız olur mu?

Gelelim firari Ömer’e.. 10. bölümde mahallelinin el birliğiyle kaçırdığı Ömer kâh bir sokak başında kâh mezar taşında gezip durdu. Ufuk Bayraktar’ın mükemmel bir oyuncu olduğunu söylemiş miydim? Bir hikâye yazıp, kahramanına oyuncu bulmak yerine; bir oyuncu için karakter yaratılıp hikâye yazılacaksa o Ufuk Bayraktar olabilir. Bunu bir gün yapacağım. Türkiye’de jön mü yoktur demişti birisi? Eski bir masal bu tabii. Fakat yine de jön yoktursa da Ufuk Bayraktar vardır. Bu konu da kilit.

Ve “vatan sağ olsun” diyerek canı pahasına vatanın namusunu haine teslim etmeyen Halis Astsubay sahnesi..
İhanete ilk kurşunu sıkan kahraman şehidimiz Ömer Halisdemir’in aziz hatırasına bir saygı duruşu kabul ettiğimiz o sahne için emeği geçen herkesi kutluyorum. O ilk kurşun detayının atlanmamış olmasından dolayı ayrıca bahtiyarım. Ülkenin tapusunun millette olduğunu unutanlara satılacak bir vatanımızın olmadığının ilanıdır o ilk kurşun. İstiklâl Marşı’nın ilk sözüdür; korkma’dır. “Bu vatan kimin” sorusunun cevabı, “kalır dudaklarda şarkımız bizim” dizesindeki “şarkımız”dır. “Ben giderim adım kalır dostlar beni hatırlasın”dır.
Dostların, milletin seni unutmayacak; adın ebediyen İstiklal ile yan yana anılacaktır Halis Astsubay..

Vatan sana minnettardır.

Emeğini bu yolda harcayarak hikâyeyi var eden, taşın altına yüreğini ve bileğini koyan herkes var olsun.

Haftaya görüşmek dileğiyle..

 



BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER