Küçüklüğümden beri lunaparklara
bayılırım. O ışıl ışıl halleri, her şey yolundaymış ve çok güzelmiş hissi veren
aydınlık ve eğlenceli dünyası ile lunapark sevmeyen de yoktur diye düşünüyorum.
Çocuk eğlencesi olarak da görmem asla ama öyle bile olsa benim için fark etmez.
Ben hâlâ içimdeki çocuğu alıp zevkle çarpışan arabalara, dönme dolaba binerim.
Hatta çoğu kişinin binmekten ürktüğü roller coaster, gondol, kamikaze gibi pek
çok alete binmekten de hiç çekinmem. Çünkü onların heyecanı bir başka oluyor.
Ama hepsine de peş peşe binilmez. Arada soluklanmak için daha sakin oyuncakları
da tercih etmek gerekir. Ve ben soluklanmadan inişli çıkışlı, yer yer tepetaklak eden roller
coastera defalarca binmiş gibi hissediyorum geçen haftadan bu haftaya geçince. Nefesim
kesildi, yorgunum…
“Kayalardan daha kuruyum
Söyleyecek, bekleyecek, yeşerecek ne kaldı ki?
Sözler yorgun, kalpler yorgun, eller yorgun…
Ne diyorsun?”*
Geçen
hafta o kadar derinden kırıldıktan sonra çok yazdık, çok söyledik belki
ondandır ama sözlerim yorgun bu hafta, kolayca çıkıp gelmiyorlar saklandıkları
yerlerden. Ellerim de yorgun aslında güç bela gelen sözcükleri yazıya
dökemiyor. Bir parça kalbim de yorgun olabilir çünkü Defne ve Ömer birbirine
sarıldığı anda havalanıp masal diyarlarına uçmadı her zaman olduğu gibi. Sadece
durduğu yerde biraz kanat çırptı o kadar. “Kuşlar
yorgun, dallar yorgun, bahar yorgun…”* Baharla birlikte çiçeklenmiş
dallarım da o çiçekleri taşımaktan yorgun düştü biraz. Şimdi ağırlıktan
dallarım yere değiyor. Çiçekler hala çok güzel de acaba artık meyve mi
verseler? Sonra belki iyi kalpli bir peri kızı gelip toplar meyvelerimi,
kurtarır beni bu yükten. Gölgeliğimde onu bulan masal prensine hak ettiği bir
iki cevabı da verir belki benim meyvelerimden yerse.
Her veda acıdır, acıtır...
“Çıkmazlardan daha yolsuzum
Koşulacak, aşılacak, kaçılacak ne kaldı ki?
Ayak yorgun, hayat yorgun, bu aşk yorgun…
Ne diyorsun?
Dağ başından daha bomboşum
Tıkanacak, durulacak, kaybolacak ne kaldı ki?
Yollar yorgun, kollar yorgun, dağlar yorgun…
Ne diyorsun?”*
Bu
hayat, peri kızını çok yordu, çok hırpaladı. Bu süreçte bazen çıkmazlardan daha
yolsuz kaldı, bazense bir kavşakta bocalayıp birçok yön içinde hangisini
seçeceğini bilemedi. Ama tüm yaşadıklarına dayanmasını sağlayan da Ömer’in aşkı
olmuştu. Ömer ise geçtiğimiz hafta Defne’nin ayaklarının altından yeryüzünü
çekercesine konuşunca, Defne açısından ortada uğruna uğraşılacak, çaba
gösterilecek bir durum da kalmadı. O güne kadar yaptıkları yetmemiş, her şeye
rağmen bulundukları noktaya gelmişlerse, ortada peşinden koşulacak bir gaye,
savaşıp aşılması farz olan bir engel de kalmamış demektir. Bu durumda yapılacak
tek şey yorgun ayaklarıyla son kez yorgun yollardan geçip gitmekti. Ömer de
yüzüne bakmadan, acısını bir gram dışa yansıtmadan istifasını kabul edince,
durulacak ne kalmıştı ki?
Ömer başlangıçta o kadar soğuk, o kadar uzaktı ki
Defne’ye karşı… Duruma göre çok üzülüp kahrolmuş olması gerekiyordu, böylesine
büyük bir aşkın ardından yaşanan ayrılıktan sonra aksi de düşünülemez zaten.
Acısını anlayabilmem için ağlamasını görmem de şart değildi, daha evvel
ağlamadan da acısını hissetmişliğim var. Ama bu sefer Passionis’e geldiği andan
itibaren, Defne’nin istifasını kabul edene kadar geçen sürede ben bunu
hissedemedim. Gözleri, kırgınlıktan dolayı öyle karaydı ki ben onların
arkasındaki özlemi, pişmanlığı ve acıyı göremedim. Şimdi bu kadar kararıyorsa,
kiralık aşk sırrı ortaya çıktığında gezegeni filan yakar diye çok korkuyorum.
Dedesiyle görüşmesinde hissettim mesela; “hata mı yapıyorum?” sorgusunu, bir
yanının affetmek ister halde olduğunu, inanmakla inanmamak arasında gidip
geldiğini.