Muhteşem Yüzyıl Kösem
aksiyonu, kanı, vahşeti bol bir sezon finali bölümüyle ekrana veda etti. Lafı
hiç etrafında dolanmadan söyleyeyim: İflah olmaz bir hikâye meraklısı olarak,
sosyal medyada, sözlüklerde, bilumum yorum platformlarındaki “muhteşemdi, harikaydı”
gibi yorumlara çok katılamayacağım. Zira dün gece izlediklerim, bugün tarihi
gerçekleri anlatmayı kendine görev edinmiş tarafsız bir mecranın kağıt üstünde
anlattıklarının ekrana yansımış haliydi. Baştan beri “tarihte böyle olmamıştı”
diyenlere “bu bir belgesel değil bir kurgu” demenin anlamsızlığı yerleşti içime.
Ne özenle işlenmiş diyaloglar, ne bağlanılan karakterlerin düştükleri
durumlarla özdeşleşip acı hissetmek. Sizi bilmem ama benim dün gece ekran
karşısında hissettiğim en yüksek duygu dehşetti. Dehşete kapılmak içinse bu
hikâyenin takipçisi olmaya da gerek yoktu. Duyguları körelmemiş her insan, Muhteşem Yüzyıl Kösem’i daha önce hiç
izlememiş, karakterler hakkında hiçbir fikre sahip olmamış dahi olsa dehşete
düşmesi işten değildi.
Son bölümlerde acayip sıkıcı bir adam olsan da o hayatını adadığın yeniçeri ocağında can vermen can acıtıydı be Zülfikar Paşa...
Kendi adıma net şekilde söyleyebilirim ki; Muhteşem Yüzyıl Kösem’le ilk günden bu
yana genellikle içinde bulunduğum memnuniyetsiz ilişkinin asıl sebebi;
hikâyenin anlatılma şeklinden, karakterlerin kişisel özelliklerinin, ben
diyeyim temelinin sağlam olmamasından, siz deyin esnekliğinden yana oldu. İlk
günden beri neyi neden yaptığına, hangi durumda nasıl düşüneceğine dair net bir
fikrimin olamadığı karakterlerle yıldızım bir türlü barışmadı, ortak bir nokta
yakalayamadım. “Ama bu da böyle bir dönemdi, insanlar yüzyıllar önce hayatta
kalabilmek için böyle kirli oynamışlar, kötü olmuşlar.” Açıklamasını ben
sindiremedim.
Tam Halime ile ağlayacağım, bir sonraki sahnede Kösem'in şehzadeleri öldü diye çiftetelliye bağlayabileceğini düşünüp vazgeçiyorum.
Elbette asla kıyas götürmez, dertleri birbirinden çok farklı,
ancak ekran ömürleri aynı sezona rast geldiği ve ilk aklıma gelen olduğu için
örnek veriyorum, Hayat Şarkısı’nın
Hülya’sının en sevdiklerine yaptığı büyük kötülükleri savunmak için çocukluğundan
girip psikolojisinden, sevgi açlığından çıkıp türlü bahanelerle sayısız cümle
üretirken, Kösem’i, Halime’yi, Osman’ı, Handan’ı anlatırken bir türlü içime
sindiremediğim “demek ki bu da böyle bir dönemmiş” demekten başka cümle
kuramıyorum. Karakter özelliklerini sayarken “iktidar hırsının taşlaştırdığı
yüreği”nden öteye bir adım gidemiyorum.
Safiye Sultan’ın entrika zekasına tam hayran olacakken çizgi
entrikadan insanlık dışına doğru öyle bir ivme kazanıyor ki; “ekranın en
sevilen kötüleri” listemdeki Safiye Sultan’ın adının üzerine bir çizik
atıyorum. “Ama bu da böyle bir dönemmiş” mi? E ama istendiğinde “kurgu” kisvesi
altında birçok esneklik yapıldı, versene yine bana bir dal “kurgu”.
Affeden Kösem'i gerçekten beklemiyordum..
Mesela dün akşam Osman’la Kösem’in barıştığı sahneye
bayıldım. Çünkü yaşayan bir sahneydi, hisseden, hissettiren. Bir evladının
katli başka bir evladının elinden olan annenin, kendiyle savaşı, bu savaşta
“doğurmadığı çocuğunun en sevdiği olduğu”nu kabullenişi ve dile getirişi harika
değil de neydi? Zülfikar'ın son nefesini yeniçeri ocağında vermesi çok can acıtıcı değil miydi? Bölümlerdir aradığım, beklediğim buna benzerdi işte.
Yazı devam ediyor...