Bir insanın sarmayı anlatışı bile tatlı olabilir mi?^^
“Çünkü hiçbir kelebek
tek başına yaşamaz sevdasını
Severken hiçbir böcek,
hiçbir kuş yalnız değildir.
Ölümdür yaşanan tek başına.
Aşk iki kişiliktir…”**

Defne’nin içinde uçuşan kelebekler dahi sevdasını tek başına yaşamadığına ve aşk iki kişilik olduğuna göre, Ömer de, Defne’nin aynadaki aksidir aslında, onun sunduğu güzelliklerin bir yansımasıdır. Ömer şahane bir aşık, sevdiği kadına nasıl davranması gerektiğini çok iyi biliyor diyoruz her zaman. Zaten o yüzden Defne de onu “mükemmel sevgili” olarak tanımlıyor ya. Bir sorun yaşamadıkları, ilişkinin rayında gittiği dönemlerde, Defne kendisini bulutların üstünde bir prenses gibi hissediyor bu sayede. Peki Ömer’in bir prens olmasını sağlayan kim? Ömer’in deyişiyle “sevgilisi ilhamını kimden alıyor acaba?”. Ömer’in aşkı Defne’nin bir yansıması, bir başarısı değil mi? Aşkına hayran olunan mükemmel aşık Ömer, Defne’nin onda uyandırdığı aşkın sonucudur. Neticede bu adam uzay boşluğuna karşı aşık olmuyor ya. Defne bu kadar çok ve bu kadar güzel sevmeseydi, Ömer’in içindeki bu cevher ortaya çıkabilir miydi? Ömer çok güzel seviyorsa, bu Defne’nin kendini çok güzel sevdirmesinden kaynaklanıyor.

Etkiye tepki meselesi bu biraz. Ömer’in yıllardır içinde geliştirdiği sevme kabiliyeti, annesinin hamuruna kattığı “düzgün erkek mayası”, “doğru” insanla karşılaşınca devreye girdi ve daha önce kimseye sunmadığı farklı bir boyuttaki sevgisini Defne’ye sundu. Hiçbir şey yapmadan, kendisinin doğru insan olduğuna Ömer’i ikna edip, onun duvarlarını yerle yeksan edebilmek de Defociğin başarısıdır. Ömer’in “her şey sana benzesin istiyorum.” dileği tam manasıyla gerçekleşmiş vaziyette. Ömer de dahil olmak üzere her şey Defne’ye benzemiş durumda. Her şeyin, yalnız içtiği su değil aldığı nefesin bile Defne ile güzel olduğunu ve eski Ömer olmadığını kendi de itiraf etmedi mi zaten?


Şu anlar literatüre “sevgilisinin iki gün kendisinde kalacağını öğrenen adam satışı” diye geçebilir.

22.bölümde Ömer, Milano, Como Gölü, St. Moritz diye evlilik ve balayı rotasını çizerken, seyahat planını kendi zevklerine göre belirlemişti aslında. Bencillikle suçlamıyorum kesinlikle, ben o planı da çok sevmiştim, Defne’nin de çok hoşuna gitmişti zaten. Ama biz Ömer’in zevklerini, beğenilerini, isteklerini Defne’ye göre hep daha çok izledik. O nedenle Ömer, Defne’ye nazaran hep daha derinlikli oldu. Hele bir ara Defne ile iletişimimiz öylesine kopmuştu ki onu duyabilmek, 70’li yıllarda okyanus ötesindeki biriyle telefon görüşmesi yapmak kadar meşakkatli bir hal almıştı.

Neyse ki şimdilerde, en başta olduğu gibi Defne’nin hayatı, hayalleri ve zevkleriyle de muhatabız. Bu sayede şu gelinen noktada Ömer o planları kendi başına kuramıyor, gezmek istedikleri yerler konusunda tek başına bir seçim yapamıyor. Kendisi için “fark etmez” noktasına gelmiş, dizginlerini çoktan kapıp koyvermiş. Mesela ilk defa Barton Fink’i filan boş verip, Defne’nin beğenisini dikkate alarak, yılda 2 defa izlediği bir filmi oturup seyrettiler.(Hangi filmdi acaba?) Böyle basit çabalar göstermeye başladığına göre, demek ki Defne sahiden Ömer’in içi olmuş.

Paylaşmak böyle bir şey işte. Aşkı da, hüznü de, gündelik hayatın basit ayrıntılarını da paylaştıkça birlikte yoğruluyor insan, bütünleşiyor. Defne'nin, Gallo’nun hadsiz sözlerini yutturmak amacıyla Ömer’in evine ilk yerleştiği, adeta bir evlilik provası yaptıkları zaman “Evlilik, ne kadar kalabalık bir ailede yaşasa da insanın tek kişilik dünyasında bambaşka iklimlerde yetişmiş birine hem soyut hem de somut manada yer açması, kendi alışkanlıkları ile karşısındakinin düzenini bir potada eritip aynı hayatı paylaşması demek.” demiştim. Şimdi karşımızda, henüz resmi olarak evlenmemiş olsalar da o potada tam manasıyla erimiş ve izledikçe bizi de eriten bir çift var.
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER