“Bunların hepsini kenara koyuyor ve180 dakika
sürmesine rağmen uyuklamadan seyrettiğim, repliklerini yer yer not ettiğim,
gülümsediğim, içlendiğim bir hikâyeye dönüşen Sevda Kuşun Kanadında’nın
ümit vaad ettiğini iddia ediyorum.”
Yukarıdaki paragraf geçen haftanın yorumundan..
“İddia ediyorum” ifadesini çok sık kullanmam.
Kullanmışsam -ayıptır söylemesi- iddia ettiğim hususta haklı olduğum kısa süre
içinde ortaya çıkar. Diziyi takip edenler ne demek istediğimi
anlayacaktır. Demem o ki Sevda Kuşun
Kanadında 4. bölümüyle ümit vaat etmişti, 5. bölümüyle yüzümde güller
açtırdı.
Yorumlayacağımız diziyi seyrederken notlar alıyoruz
mâlûmunuz. Ne yalan söyleyeyim ilk üç bölüm not defterimi “bulduğunuz gibi
bırakınız” kuralına uyma zorunluluğum varmış gibi tertemiz koydum kenara. Fakat
son iki bölüm için -sevinerek- aynını söyleyemeyeceğim. Diyalogları can
kulağıyla dinleyip notlar alıyorum çünkü karakterler artık derinliği olan
cümleler kuruyor. “Bunu da kaçırırsam bir şey olmaz” demiyorum çünkü senaryoda
artık devamlılık var. Dizinin yapımcısı olsam bu kadar sevinirdim herhalde.
Neticede bin bir emekle ortaya bir iş çıkarıyorsunuz, başlarda hayal kırıklığı
yaratmış olsa da haftalar ilerledikçe işler rayına giriyor ve altına imzanızı
attığınız hikâye milyonların huzurunda yüzünüzü ağartıyor. Daha ne olsun..
Daha ne olsun? Reytingler de iyi olsun mesela.
Tanıtımlar daha çok dönsün. Sosyal medya çalışmalarına ağırlık verilsin. Özet kısa
tutulsun. Hatta bir de şöyle yazayım: özet kısa tutulsun. Dizi bu hafta geçtiğimiz
bölüme göre daha kısa sürdü. Bunun için bir seyirci olarak kendi adıma teşekkür
ederim. Özeti bir miktar kısa tutmanın da rakip yapımların seyircilerini
kazanmak konusunda imkan yaratacağı fikrindeyim. Bunu da iletmiş olayım.
Ve gelelim beşinci bölümden bana kalanlara.
Tümay hanım kızımızı merak edip yollara düşen Arif
tatlılığı diye bir şey vardı bu hafta. Arif’in Tümay’ın evine gitmiş ve Esma
Hanım’la dertleşmiş olması net çok büyük bir hareket.Arif Ünlü gibi bir
karakterden söz ediyoruz. Adam ağır, çekingen, inançlı. Onun gibi birinin
kalkıp bir kız arkadaşının evine gidiyor olması elbette olay. Tümay’ın içeri
girdiği o sahnede Arif-Tümay çiftine bir tık daha yaklaştım diyebilirim. Ama
başıma bir şey gelmeyecekse şunu da söyleyeceğim: Arif’in var gücüyle oldurulmaya
çalışıldığı bu hikâyede, ısrarla olmak istemeyen bir Murat Ünalmış görüyorum.
Karakterin sıkılganlığını yansıtmaya çalışırken kendi de mi sıkılıyor
bilmiyorum.
Yer Gök Aşk’ta uzun süre
takip etmiştim; gözü kara bir âşığı gayet başarılı canlandırıyordu orada ama
burada kendini tutuyor gibi, karaktere ısınamamış gibi bir hâli var. Yeni
sezonda çok daha başarılı olacağına inanıyorum. Zira hikâyenin lezzetine de
asıl yeni sezonda varacağız.
Bakışların bana biraz cesaret versin :/
Arif’le Tümay’dan devam edelim. Hazır kimyası tutmuş
bir çift yaratılmışken şahsen zamanı bir parça hızlı akıtarak tez vakitte
Arif’i Tümay’a bir şiir/beyit okurken yahut radyo başında efkarlı bir türkü/şarkı
dinlerken görmeyi diliyorum. Evet, Arif inançlı bir genç ama herhalde sevdiği
kıza şiir okumak ya da hediye etmekten çekinecek veya sevdiği kızı düşünürken
türkü yerine ilahi dinleyecek hâli yok. Bu arada dizide iki bölümdür kullanılan
şarkıların bünyede sarsıcı bir etkisi olmadığını üzülerek belirteyim. Bunu
nereden anlıyoruz? Pek tabii ertesi gün sosyal medyada kopan fırtınadan. Ortada
henüz kopmuş bir fırtına olmadığına göre, seyircinin gönül telini titretecek
bir destekleyici unsur eksikliğinden söz edebiliriz. Ben gönlümün istediği
sahneleri sevdiğim şarkılar ya da şiirler eşliğinde seyrediyorum. Mesela
Arif’in Tümay’a bakışını yakaladığım bir sahne vardı. Orada, rahmetli Dilaver
Cebeci’nin
Bu
ıssız dünyama girecek misin?
Ellerini
bana verecek misin?* mısraları geldi aklıma. Bileniniz
muhakkak vardır. Bilmeyenlere mutlaka okumalarını tavsiye ederim.
…
Tümay’ın Arif’e şakayla karışık “Dayağı biz yiyelim,
derse siz girin” dediği sahnede durup uzunca düşündüm. Hatta dizi bittikten
sonra da düşündüm. Herkesin bir şekilde kendi dâvâsı uğruna mücadele ettiği bu
ülkede Tümaylar’ın derdine kefil olamam ama Ömerler’in, Fıratlar’ın derdine
şâhitlik ederim. Aradan geçen onca yıldan sonra bugün hâlâ, birileri dersine
rahat girsin, üniversitelerin mescidinde namaz kılınabilsin, bayrağı yere
düşürmeye kimse cesaret edemesin diye canını ortaya koyan evlatları var bu
memleketin. Bir gül bahçesine girercesine toprağa düşen, sen ben çocuğumuzu
yarın okula rahat gönderelim diye kendi geleceğini feda eden güzel çocuklar..
İşte onları temsilen hikâyede yer bulan Ömer Reis
(Ufuk Bayraktar) cephesine bakalım şimdi. Tarık’ın Osman’ı öldürmesine Ömer’in
şâhit olduğu o sahnede Ufuk Bayraktar’ın performansını şahane buldum. Silahı
havaya ateşleyip bağırdığı o an işte gerçek Ufuk Bayraktar geliyor diye bayram
etti gönlüm. Bu burada dursun. Şimdi gelelim Osman’a. Sen kalk Komünist Osman
bir ülkücünün kucağında son nefesini ver, giderken de en büyük sırrını ona
söyle.. İsâbet. Emâneti ehline teslim etmek lâzım zira. Ben iyi yazılmış ve
gerçekle örtüşen karakterlerin hastasıyım. Ömer’i yazan, ona hayat veren
kalemden de bir seyirci olarak râzıyım. Çünkü öyle detaylar veriyor, öyle ince
işliyor ki karakteri.. Dikkatli seyirci için bundan daha keyifli bir durum yok.
Misal, Ömer Reis devrimcilerin içindeki haini onlara anlattı ama Osman’ın
“sizin içinizde de hain var” itirafını asla başkasıyla paylaşmadı. Buna ister
teşkilatçılık, ister “kol kırılır yen içinde kalır”cılık, ister “kötüyse de
bizim kötü”cülük deyin ama bu zarif ve hakikatli ayrıntının hakkını vermeden
geçmeyin.
Ömer, Arif, Işık ve Tümay’ın buluştuğu o sahnede
Ömer Reis konuşurken milyon tane ülkücü konuşuyordu sanki. Altmışlardan,
yetmişlerden, seksenlerden ve bugünlerden çıkıp gelmiş bütün ülkücüler Ömer
Reis’in bedeninde toplanmış ve yıllardır yapamadıkları konuşmayı o an yapıyor
gibiydiler. Ülkücülerin böyle iyi yazılmış bir karaktere sahip çıkmaları
gerektiğini düşünüyorum. Bugüne kadar Türk televizyonlarında yazılmış en iyi ve
belki de tek iyi Ülkücü karakteri sosyal medyada sırf muhalefet olsun diye
yerden yere vurmalarına da içerliyorum açıkçası. Çünkü ben şu ana kadar hiç
ülkücülüğe ters davranışları olan bir Ömer Reis seyretmedim. Bilakis emsal
teşkil edebilecek bir karakter olduğu fikrindeyim.
Neyse..
Bence bunları sonra konuşun ^^
Gelelim hikâyedeki varlığını bir türlü
anlamlandıramadığım, nereye koysam orada olmayan Işık karakterine. Hadi itiraf
edin, bu hanım kızımızı ne yapacağınızı siz de şaşırmış durumdasınız. Evet,
Işık anne ve babasını kaybetmiş ve teyzesini çok seven, onunla yaşayan ve
kuzenini kötülüklerden muhafaza etmeye çalışan bir karakter. Ama bu bir hikâye
değil. Bir karakter seyircide iyi ya da kötü bir iz bırakmalı. Biz Işık’ı henüz
ne bağrımıza basabiliyor ne de ondan nefret edebiliyoruz. Bu, o karakter için
acil müdahale gerektiren bir durum. Beş hafta geçmiş ve biz Işık’ın daha önce
zerre miktarda yan gözle baktığına şahit olmadığımız Tarık’a âşık olduğunu bu
hafta öğreniyoruz. Hem de oldukça enteresan biçimde. Gece yarısı bahçede
karşılaşan Tümay ve Tarık’ı dinleyip sonra koridorda hortlak gibi Tümay’ın
karşısına çıkıp ona yılların kinini kusuyor. Günler torbaya mı girmiş acaba?
Sen yıllarca bekle bekle bir gece yarısı aklın başına gelsin koridorda
kuzeninin yolunu kes. Hımm oldu o zaman.
Ben bu oyunu bozarım! Müge Boz, Leylâ ile Mecnun’un bize tatlı bir
hatırasıdır. Bahsettiğim konu da onunla değil Işık’la ilgilidir. Senaristin
mutlaka Işık için düşündüğü bir yol haritası vardır. Ve bu hafta o masada
oturan dörtlüyü görünce bu hikâyenin Işık’la Ömer’i baş göz etmek gibi bir yere
doğru evrildiğini hissettim. Tüyler diken. Baştan söyleyeyim böyle bir durumda
olay çıkarırım. Ne bileyim kendimi kanalın önünde benzin döker yakarım falan,
yaparım işte bir şeyler. Bir ülkücüyle solcu karakterin yolunu aşk üzere
kesiştirmek iyi fikir olabilir ama bu hikâyede zaten İslamcı bir gençle karşıt
görüşlü bir hanım kız aşkı mevcut olduğu için böyle bir tekrara gerek yok diye
düşünüyorum. Ayrıca bütün İslamcılar ve Ülkücüler solcu kızları sevecekse sağcı
kızları kim sevecek acaba? Neyse oraya girersem çıkamayabilirim.
Bu fikre niye
karşı olduğumu sıralayayım, yukarıda da belirttiğim gibi birincisi tekrara
düşmek olur ki buna hiç gerek yok. İkincisi elektrik ya da kimya ya da adına
her ne diyorsanız bu iki karakterin o şeyleri birbirine hiç ve asla uymuyor. Ömer
ve Işık’ın fotoğraflarını alıp bir yan yana koyar mısınız lütfen? Işık’tan
Ömer’e yâr, teşkilata da yenge olmaz efendim. Kabul etmiyorum. Peki Ömer
yarsız, Işık flörtsüz mü kalsın? Kalmasın tabii. Yazın efendim yeni
karakterler. Castı zenginleştirin, elinizi niye korkak alıştırıyorsunuz? Bir
kere Işık hastalıklı, kıskanç bir kız olarak bizimle değil. Kendisini tatlı,
sevecen ve sempatik bir âşığa dönüştürür bir de dengini bulursanız tadından
yenmez bir karakter olur. Ayrıca elinizde Ömer Reis gibi âşık olması hâlinde
memleketi yakacak potansiyelli bir adam varken, henüz olmayan aşkı bile efsane
olmaya adayken bunu kullanmamanızı şaşkınlıkla seyrediyorum. Ufuk Bayraktar’ın
bir âşığı nasıl oynadığına şâhidiz. Ramiz’in Selma aşkı okullarda ders diye
okutulmalıydı bence. Bu memlekette sevmeyi becerebilmek herkesin harcı değil.
Hazır bunu hakkıyla canlandıran birini bulmuşsunuz fırsat verin yürüsün artık.
Bırakın önümüzdeki sezon internette Ömer Reis’in aşkını sörç edelim.
Öyle işte.
Geç kalmış bu bölüm yorumu için affımı rica ediyor
ve bu haftanın şarkısını buraya bırakarak yazıyı noktalıyorum.
Sezon finali yorumuyla görüşmek üzere..
Emek veren herkesin eline sağlık..