Bazı bölümlerini izledikten sonra Muhteşem Yüzyıl Kösem
hakkında bir şeyler yazmak inanın çok zor oluyor. Her defasında üç koca sayfa
yazı çıkarmayı beceren birinin ağzından bu sözleri duymak inandırıcı
gelmeyebilir ama gerçek bu. Dün akşam izlediğimiz 22. bölümden sonra bu yazıyı
hazırlarken de aynı sıkıntıyı yaşadım. Yayınlanan bir önceki bölümün üstüne
hiçbir şey eklemeden aynen ve aynı kafada devam eden bir bölüm için kendimi
tekrar etmeden ne yazabilirim diye bayağı kafa patlattım. Sizleri sıkmadan elimden
gelenin en iyisini yapmaya çalışacağım.
Kusursuz bir kadın sultan olmanın başlıca koşullarından biri de itici, abartılı mimiklerle düşmanlarına Brezilya dizisi nispetleri yapmaktır şekerim.
Sultan Ahmet’in ölümünün fitilini ateşleyen zehirleme
olayının ertesinde, tam 2 saat 10 dakika boyunca Topkapı Sarayı’ndaki bütün
karakterlerin Yalan Rüzgarı sendromlarına tanıklık ettiğimiz, dört başı mamur,
su katılmamış bir pembe dizi bölümü izledik bu hafta. Hatta bölümün en son
sahnesinde, dizinin en başından beri Safiye Sultan karakterinde soğuk, mesafeli
ve asil duruşuyla tam bir “kadın sultan” olarak zevkle seyrettiğimiz Hülya
Avşar’ın beden dilinde abartılı mimikler, şimdiye kadarki Safiye Sultan
duruşuyla hiç alâkası olmayan sakil sakil dudak bükmeler ve bakışlarla tam bir
şirret pembe dizi kötüsü bile gördük. Bir Cadı Sila kahkahası atmadığı eksik
kaldı. O haller, o tavırlar dizinin başından beri özenle resmedilen “kaliteli” Safiye
Sultan duruşuna yakıştı mı, yorumunu sizlere bırakıyorum.

Öffff, ne diyor yine bu kart kokona be? Yok öz kız kardeşimi bulmuş getirmiş de, yok kocamın koynuna sokmuş da. Çok da tın yani. Hem benim kız kardeşim sarı saçlı, mavi gözlü dünya tatlısı bir kızdı. O Eva Mendes kılıklı esmer karının kardeşim olduğu yalanlarına kanar mıyım hiç? Ay, tepki bile veremeyeceğim valla bu zırvalığa.
Geçen haftaki yazımda zaman atlamasıyla birlikte dizinin
aldığı (biraz da almak zorunda kaldığı) yeni yönden bahsetmiştim, o yüzden 22.
bölüm bu anlamda pek tabii ki sürpriz olmadı. Malum, dizi tasarlandığı ilk
şekliyle ilerlemeye çalışırken seyircilerin büyük çoğunluğu kabaca “Celali
muhabbetleri sarmadı bizi, izlemek istemiyoruz. Yeniçeri Ocağı’ndaki tiplerden
bize ne, izlemek istemiyoruz. Giraylar da ne gıcık, ne gereksiz karakterler,
izlemek istemiyoruz. Bu kadar karanlık, bu kadar kasvetli harem mi olurmuş?
Hani nerede o ilk dizideki cıvıl cıvıl harem? Biz böyle iç sıkıcı saray görmek
istemiyoruz” diye bol bol eleştirince dizi yavaş yavaş dönüşmeye başladı. Senaryo
ekibi de yolculuğu başlatan o karakterleri ve hikayeleri işler hale getirmek
yerine hepsini teker teker senaryodan çıkartıp saray ve harem odaklı, pembe entrikaları bol, garantili
bir gidişat oluşturmayı tercih edince, döndük dolaştık yine dört duvar arasında
geçen kurgusal harem entrikalarına vardık.

Yanlış diziye geldin Zülfikar Paşa, geri bas. Kabusunu kendi dizinde gör. Ben İskender değil, Şehzade Mustafa'yım. Arkana dönüp bakarsan Arz Odası'nın önünde şu anda aynı kabusu görmekte olan pijamalı Sultan Süleyman'ı göreceksin, korkma. Inception olmuşun sen, rüyaları gerçekleri karıştırmışın ^^
Yaratıcı tercih bu yöndedir, o konuda yapabileceğimiz bir
şey yok. Sultan Ahmet dönemi sona erene kadar tarih namına dişe dokunur bir şey
göremeyeceğimiz artık kesin gibi. Görecek olsak senaryo on yıl birden atlayıp
Ahmet’in ölümüne gelivermezdi zaten. Ama neden ilk dizinin birebir aynısı olan
hikayeleri ve neredeyse tamamen aynı şekilde tasarlanan karakterleri, üstelik
de genellikle o dönemki ruhun fersah fersah uzağında kalan, ilk dizideki sahnelerin birebir taklidi olan sahneler şeklinde tekrar tekrar izlemek zorunda bırakılıyoruz,
işte 22 bölüm sonra bile hâlâ cevabını aradığım ama naçizane bir türlü
bulamadığım nokta bu.
Nereliyim dedin Davut Paşa? Butomir mi? Ben de Dilruba Sultan. Sultan Süleyman'ın ve Hürrem Sultan'ın yegâne kızı. "Başlangıcı olan her şeyin bir de sonu vardır..." Ne? Ne dedim ben şimdi? o.O Ben...ben bu anı daha önce görmüştüm. Sanırım Mihrimah Sultan beni andı. Güç'te büyük bir tedirginlik seziyorum, kafam çok karıştı :((
Zaman atlamasından sonra elimizde bir adet Hürrem’in ressam
Leo’sunun kadın versiyonu bir Yasemin var (ki gençlik aşkını kendi elleriyle
öldürmek zorunda kalan Hürrem gibi Kösem de öz kardeşini öldürmek durumunda
kalacak), Hürrem’in resmini kesip saklayan Leo gibi Kösem’in resmini alıp
saklayan bir İskender var (birilerinin bunu farkedip ağzından kan getirene
kadar kendisini dövmesi yakındır), padişah ve eşinin neredeyse ilk dizidekiyle
birebir aynısı olan bir tablo var, Şehzade Bayezid ve Şehzade Selim gibi
birbirinden hazzetmeyen, birbirine düşman kesilecek aynı anadan (!!) birer Şehzade Osman ve
Şehzade Mehmet var. Mihrimah Sultan – Rüstem Paşa ikilisinin neredeyse karbon
kopyası bir Dilruba Sultan – Kara Davut Paşa ikilisi var (ki ilk adam akıllı
yakınlaşmaları yine atların ahırında Dilruba Sultan atını beslerken oluyor),
rakip cariyeler, klasik harem entrikaları zaten Allah’ın emri. Yani Deli
Mustafa’nın delilik hikayesi haricinde an itibarıyla Kösem’de orijinal olan
hiçbir şey yok.

Ooooo, demek uzun eşek oynamak istiyorsun ha Bayezid? Ama söyleyeyim, ben kazanırsam hünkar babamın sana hediye ettiği o yüzüğü isterim. Cihangir de hakem olsun. Haydi bismillah...
Kösem’le ilgili yazmaya başladığım ilk günden beri zaman
zaman hep söylediğim gibi tarihte hikayeleri benzer olan karakterler olabilir
ve dizi ilk diziyle ara sıra ister istemez benzeşmek durumunda kalabilir ama
neredeyse bütün kurguyu ilk dizinin birebir aynısı olacak şekilde oluşturmak bence
çok talihsiz ve ne yazık ki bir türlü de terkedilemeyen bir karar. Bu kadar çok
kendini tekrar gerçekten usandırıcı oluyor. Hele de izlediğimiz dizinin hiçbir
bölümü 2 saatten aşağı sürmüyorken. “Taklitler aslını yaşatır” diye bir söz
vardır bilirsiniz. Muhteşem Yüzyıl’ı benzer ya da muhtemel başka bir rakip yapım bu şekilde yaşatsa
kimsenin bir diyeceği olmaz ama bu işi bizzat Muhteşem Yüzyıl’ın altında imzası
olan bir ekibin yapıyor olması oldukça ironik. Bu durum nasıl düzelecek, ne zaman
düzelecek ya da düzelebilecek mi hiç bilmiyorum ama sadık bir Muhteşem Yüzyıl
izleyicisi olarak böyle şeylerden artık gerçekten çok sıkıldığımı söylemek
zorundayım. Ben “Kösem”i izlemek istiyorum, adı “Kösem” konmuş Aşk-ı Derûn’u
değil. Kendi kendinin parodisi olmaya ne gerek var?
Yazı devam ediyor...