Sevmek, diyor
İso, yönünü belirliyor insanın. Sevince, ne yöne sapacağını biliyorsun. Onu
dinlerken, aynısı Defne için, aynısı Ömer için de geçerli mi sahiden diye
sormadan edemiyorum. Kalpteki sevgiyi akıl-mantık ile yoğuran birer yetişkin
insandan ziyade, köprüde birbirine diklenen iki inatçı keçiyi daha fazla
andıran Defne ve Ömer bana ekseriyetle İso’dan farklı bir evrende yaşadıklarını
hissettiriyor - ki dileğim İso’yu mantık-irade-kuvvet üçlüsünün işlemediği
aptal aşıklar dünyasına yollamak, Allah korusun asla tersi değil!
Çünkü aşk
aptallaştırır. Aşksız kaldığında anlarsın. İso gibi. Mantığın, en iyi dışarıdan
baktığında çalışır; en doğruyu ancak belli bir mesafe uzaklaştığında görürsün.
Benzer bir aydınlanmanın, kaybetme korkusu ile gelmesi de bundandır. İnatlaşmaya,
diretmeye, hatta ve hatta düşünüp anlamayı reddetmeye; günün sonunda sadece o
katışıksız kaybetme korkusu son verir.
Aslında
birbirlerinden son derece farklı karakterde olmalarına rağmen Defne’de de Ömer’de
de izlediğimiz bu. Ve yanlış da anlaşılmasın; sadece bu bölüm özelinde
söylemiyorum. Defne’yi hep “elinin altında” gördüğü addedilen, ve bundan
mütevellit ona asla gerektiği ölçüde kıymet vermediğiyle eleştirilen Ömer;
aslında başta kendisi olmak üzere milyonları parça pinçik eden uzun ve sancılı
bir süreç sonunda bizzat Defne’yi kaybetmeyi kaldıramayacağını anladığı için
bugün durduğu – veya diz çöktüğü – yerde. Defne’den önceki Ömer İplikçi’yi dış
dünyadan izole eden, içerideki buzdan şatosunu yağmurdan da güneşten de koruyan
o sırça fanusun görünmeyen bir kapısı olduğunu, ancak Defne’den sonraki Ömer
İplikçi anlayabiliyor. Kalbini onun avcunun içine koyan, ve kendisini
“söylemeyi reddettiği bir sırrı taşıyan” Defne’sinin ellerine bırakan Ömer İplikçi.
Bir kez bu kadar
değişirseniz, dün sizin için önemini yitirir. Önceki siz; bambaşka bir adamın
yapmış olacağı bambaşka seçimlerle hayatını sürdürecek bir adamdır; ve aslında bugünkü
size ölesiye de yabancıdır. Dünkü siz, bugünkü size referans değildir artık;
çünkü geçmişin olasılıklar denizinde kulaç atan yüzlerce yabancıdan hiç birinin
artık siz olmadığını bilirsiniz. İşte bu nedenle, o ihtimaller denizinde
Fikret’e doğru kulaç atabilecek bir adet Ömer olduğunu söylerken bu kadar
rahattır “bugünkü Ömer”. Çünkü bilir ki, bambaşka bir denize aittir o adam.
Aynı derede iki kere yıkanılmaz derler ya hani, o deniz de başka bir zamana ve
başka bir Ömer’e aittir işte.
Ve fakat bu;
sadece yaşayana bu kadar nettir. Hep “çok net” olmasıyla övünmelere doyamayan
Ömer İplikçi’nin zaafı da, o çok net olan şeylerin bazen – hatta çoğunlukla –
sadece kendisine çok net olduğunu anlayamamasıdır. “Çok net” olan insanın
ölümcül günahıdır zaten bu ama. Çünkü ne hayatın kendisi o kadar nettir, ne de
çoğunluk hayata karşı net olmaya meyleder.
Fazla “mey” deyip
ortalığı karıştırmayayım, zira başka bir anlama gelen sözcük ikizinin bile
devreleri yakma potansiyeli olan bir sözcük artık “mey”.
Velhasıl-ı kelam,
hayatta bize gül bahçesi vadetmeyen herkes gibi, bize aslında hiç bir zaman
“mükemmel bay İplikçi” de vadetmemiş olan İplikçi’yi bir şekilde çok sevip
idolize ettik; o yüzden ekseriyetle bir takım zaaflarını unutuyoruz. Yeterince
hatırlatabildiysem, ve çoğunluk olarak “empati fakiri piiiis” Ömüş kıvamına
gelmişsek, adamın zaaflarından sorumlu devlet bakanlığı titrimi alıp bu köşeden
çekilebilirim.
Yazı devam ediyor...