Şakaklarına kar mı yağdı ne var?
Adamcağız çok ağır bir travma geçiriyor tabii... bir gecede beyazladı saçları...

House of Cards’ın dördüncü sezonunun en depresif bölümü sanırım bu beşinci bölümdü. Bir yandan Frank’ın hastanede gördüğü halüsinasyonlar, bir yandan Donald Blythe’nin Petrov ile diyaloğu dolayısıyla yaşananlar dizinin bu bölümünün oldukça koyu bir tonda seyretmesine sebep oldu.

Üçüncü bölüm Claire’nin Frank’ın başkan yardımcısı olarak bu seçime girmek istemesi üzerine ilerlemişti. Hikâyenin etkisini artırmak için dördüncü bölümde araya eklenen vurulma mevzusu sonucu oluşan iktidar boşluğunu Claire’nin ne kadar da iyi doldurduğunu keyifle izledik. Blythe’nin Petrov ile yaptığı konuşmanın gölgelerdeki kukla oynatıcısı Claire, bir taşla iki kuş vurmayı başardı. Frank’ın karaciğer nakli için beklediğini ve durumunun hiç iyi olmadığını söyleterek hem Petrov’u alt etti, hem de Amerika’da bunun duyulmasını sağlayarak kendi hanesine bir puan daha yazdırdı. Üçüncü sezondan beri bu kadar entrika dolu bir bölüm izlememiştik! Rakiplerden art arda gelen hamleler, tehditler ve giderek artan tansiyon adeta ilk sezonu hatırlattı.

Frank MR makinesinde kaderinin çizilmesini beklerken... bu iki çizginin haç şeklinde olmasının bir gönderme olarak özellikle yapıldığını düşünüyorum. Frank dindar biri değil, hatta İsa heykelinin suratına tükürmüş biri. Bir çeşit “işin Allah'a kaldı,” göndermesi bu.

Bu hissiyatın en büyük sebebi belki de Remy Danton’un uzun bır aradan sonra yeşil sahalara dönmesiydi. İlk sezonların en büyük stratejistlerinden Danton, “itliğe de serseriliğe de lanet olsun,” diyerek mazbut bir yaşam sürmek için yaptığı danışmanlık işini bırakmıştı. Claire’nin Rusya krizini çözmek için birinci sezondaki tehditlere rahmet okutacak bir tehditle Danton’ı vurması benim için büyük sürpriz oldu. Adam gibi adam Remy Danton (bunu yazacağımı da hiç düşünmezdim) biricik aşkı Jackie Sharp’a zeval gelmesin diye yeminini bozdu, kendi yeminini bozmakla kalmayıp Raymond Tusk’u da ayarttı. Yazının başında bahsettiğim gibi Claire’nin bütün bölüm boyunca hatasız ilerleyen politik zekası o kadar parladı ki Frank gölgede kaldı. Özellikle Doug’un Tusk’u Beyaz Saray’da görüp, Frank’ın böyle bir şeyi asla yapmayacağını söyleyip sinirlenmesi—ki haklıydı aslında—Frank Underwood cephesinin ne kadar demode kaldığını gözler önüne serdi. Gerçekten de, Frank asla Tusk ile bir araya gelmezdi. Oysa bu krizin çözümü için en ideal isim de Tusk’tu. Claire bu hareketiyle pragmatizmin kitabını yazdı diyebiliriz.

Herhalde bu kadar pragmatik olmak, insan olmanın temel duygu birimlerini alıp götürüyor. Blythe’nin eşi öldükten sonra hissettiklerini duyduğumda Claire de benzer bir çift laf edecek diye düşünmüştüm. Meğer hayın evlat Claire hastalandıklarında ne annesi için ne de Frank için hiçbir şey hissetmemiş. Çok etkilenmemiş olabileceğini anlıyorum ama hiçbir şey hissetmemek nedir? Bu mu vicdan özgürlüğü? 30 yıl aynı yastığa baş koyduğu adam hastanede Azrail’iyle cebelleşirken Claire’nin hiçbir şey hissetmemiş olması büyük saygısızlık. Bu arada Frank hastalandığından beri Blythe’nin Claire’ye karşı tavırlarında aşırı bir yakınlık gözlemliyordum. Bu muhabbetin sonunda da Blythe’nin Claire’ye aşırı yaklaşması beni tedirgin etti. Tamam Claire aşırı alımlı bir kadın ama herkes haddini bilsin yahu.

Yazı devam ediyor...

BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER