Son bölümün yazısını Bekri ve Ahmet’den tedirgin bir halde bitirmiştim. Neyse ki Bekri eşkiya olduğunu hatırladı ve hatırlattı. Bekri’den böyle şekilli hareketleri daha çok görmek isteriz ama Çerkes nereye gitti yahu? O galiba ciddi ciddi topukladı. Bizimkiler birbirine sarılırken onları hedef alan adamı indirir diyordum ama orada da karşımıza çıkmadı. Hayırlısı olsun be Çerkes… Elbet benim anlamadığım mantıklı bir açıklaman vardır.
Ben size diyeyim, bir gün Rüştü Paşa, Sultan’ın elinde kalır. Sultan da maşallah hiç fırsatını kaçırmadan nerde kıstırırsa fırçalıyor. Abdülhamid’in böyle çıkacağını bilse Rüştü Paşa o darbeyi yapmazdı. Zayıf bir Abdülaziz çok daha işine gelirdi. Abdülhamid sadece attığı fırçalarla değil, akıl oyunlarıyla da Rüştü Paşa’yı yoruyor ki bunu Abdülaziz’de çok göremezdik. “Bu devletin içinde kim devlet kurmuşsa bul bana getir” derken aslında “ne haltlar yediğini adım adım biliyorum paşa” demek istiyor. Cennet mekan Abdülaziz Han olsaydı bu durumda sabırlı davranmayı, Rüştü Paşa’nın ipini gevşeterek onu emniyette hissettirmeyi seçerdi. Abdülhamid Han ise üzerinde baskı kurarak hatalar yapmasını istiyor ve sağlıyor. Helal olsun.
Sakal yakıştı heeee..
“Devlet içinde devlet olur mu? Olursa o devlet ayakta durur mu?” Tespiti ve sorusu adeta bugünlere bir mesaj niteliğindeydi. Yine o dönemde literatürde kullanılmayan ama bugüne mesaj olarak sık sık dile getirilen “darbeciler” de ayrı bir bombardımandı. Filinta bu duruşunu başından beri sergilediği için şahsen bunda bir problem görmüyorum. Fakat bu eksik bir tutum. Mesela şimdiye kadar Kanun-i Esasi’ye ve onun için uğraşanlara karşı her türlü şey söylendi. Hatta bazen sert replikler de kullanıldı. Buna karşın sadece bir yerde Padişah “ben Kanun-i Esasi’nin özüne karşı değilim” dedi. Filinta bugünlere dönük mesajlar verirken kendi felsefesini ve fikrini de seyirciye anlatmalı. Aksi durumda son derece titiz ve değerli bulduğum bu çalışma, bir slogan hikaye haline gelebilir. Bu arada "slogan hikaye ne?" derseniz, vallahi hiçbir fikrim yok. İçimden öyle geldi yazdım.
Mesajlardan ve felsefelerden çıkıp Ali’ye gelelim biraz. Zira Ali’de intikam var, hırs var, kan var, direnç var, öfke var ne ararsan var. Yüce Efendi, Akbar için “işkenceyle konuşmaz” diyordu, haklı da çıktı. Hoş, işkence eden Ali olmasa o kadar dayanıklı çıkar mıydı o da ayrı bir soru. Bu arada Akbar ile ilgili enteresan bir şey daha öğrendik. Geçen hafta nasıl da kaçtığından ve genç, dalyan gibi iki adamın onu yakalayamamasından bahsetmiştim ki bu hafta zaten konuya bir cevap geliyormuş. O bir süper insan. Herkesten iki kat daha hızlı kaçabiliyor. Eeee bir insana boşuna yıldırım lakabını vermezler. Benim merak ettiğim diğer müfettişlerin ne gibi özellikleri var? Gözlerinden ateş çıkartabileni var mı mesela? Yumruklarının boğumlarının arasından metal pençe çıkartabileni var mı? Tamam tamam itiraf ediyorum, X-Men seviyorum.
Senin bildiklerini ben unuttum delikanlı.
Valla Yüce Efendi öyle bir plan tertip etti ki dimağım yetse kelimelerim yetmez. Herkese bir zarf atılacak, herkes kandırılacak, herkes belirli ölçüde kullanılacak. Amaçlardan bahsetsek daha doğru olacak herhalde. Öncelikli amaç Akbar’ı yerinden etmek ve öldürtmek, sonraki amaç ise Ali ve Mustafa tarafından dokunulmazlık kazanmak. Yüce Efendi’ye koltuğundan ayrılmak yaramış. En azından artık daha istekli. Bir taşla kuş sürüsü vurmak istiyor.
Akbar’ın akıbetini belirleyen toplantı her halde insanlık tarihindeki en hızlı dönen devranlardan biriydi. Bir rüzgar esti, Yüce Efendi sandalyesinden kalktı. Bir rüzgar esti Akbar’ın infaz emri verildi. Bir rüzgar daha eserse neler olur hiç tahmin edemiyorum. Yüce Efendi’nin meclise anlattığı Akbar’a ulaşma planı hala o meclisin başının Miloş olduğunu gözler önüne serdi. Ah Cemil ah şimdiden koltuk sana bol gelmeye başladı.
Filinta’da Abdülhamid Han’ın her sahnesi ona ayrı bir güzelleme niteliğinde oluyor. Padişah’ın sandalye çekip Akbar’ın karşısına oturması ve anlatacakları abartılı ve yalan da olsa dinlemek istemesi gerçekten hayranlık uyandırıcı. Keşke memlekette herkes Padişah’ın onda biri kadar karşı tarafı dinleme gereği duysa. Akbar anlattıkça keyiflendi ama Padişah’ın tek sorusu zeminlerinin ne kadar da çürük olduğunu gösterdi.
Yazı içinde Mustafa'yı görmeden olmaz.
Aidiyet ve kendinden büyük bir şeyin parçası olma hissi çok kuvvetli bir arzudur arkadaşlar. Bir insan araba alırken neredeyse bir araba parasını da vergi olarak vermeyi başka türlü içine sindiremez. Akbar’ın “tüketim ve eğlenceyle” cevabı bugünleri özetler gibiydi. Fakat ben size henüz bilmeyenler için işin renginin oralarda da değiştiğini söyleyeyim. Aidiyetsiz toplum yaratma fikri dünyada ancak son dönemde meyveleri toplanacak bir kıvama geldi ki o meyveler beklenildiği gibi olgun çıkmadı.
İnsanı sadece devletten değil aileden de kopardılar ki bunun yerine tüketimi koymaya ve dolayısıyla bir kısır döndü içerisinde sürekli zenginleşebilsinler. Fakat öyle olmadı. Gördüler ki insan yalnızlaştıkça ve birey halinde kaldıkça tüketimi aksine azalma eğilimi gösteriyor. Tüketim ve onu besleyen üretime bağlı canlılık ve zenginleşme, aile ve toplum bağları sıklaştıkça artıyor. İşin özü, 130 yıl sonra Abdülhamid Han’ın sözüne geliyorlar. Bundan dolayı eskiden film ve dizilerde anası, babası, atası, kardeşi yokmuş gibi yaşayanları izlerken şimdi sürekli bir aile vurgusu yapılıyor ve aile en yüce değer olarak gösteriliyor. Haydi hayırlısı…
Kadınlar çok değerli arkadaşlar. Yeri geldi bir kadın ülkesini işgalden kurtardı, yeri geldi bir kadın bir ülkenin işgaline sebep oldu, yeri geldi kendine has güçleriyle sorunsuz bir şekilde tahtlara çıktılar. Süreyya da güzelliğiyle dünyanın en zengin kadını olmayı bir şekilde başarmıştı. Bu bir insan için yeterli bir hayat öyküsüdür ama Süreyya’ya bir öykü yetmedi. Belki de insanlık tarihini değiştirebilecek bir anlaşmanın değeri oldu. Bugünü bilmem ama öteki dünyada Süreyya’yı kıskanan çok kadın olacak.
Yazı devam ediyor...