Kısa kısa:
● Ah, kavaklar...
Ne diyeyim. Sezen söylemiş; Ömer ağlamış; o yalnız, adeta kendisi gibi
kalabalıklar içinde yapayalnız ama ruhu gibi incecik kavakları bir bir dikmiş
gönlüne zaten.
● Ömer’in sesinden
daha da bir lirik, daha da bir dokunaklı hale gelen; bu kez sadece Ömer’le
Defne’yi değil Sinan’la Yasemin’i de anlatan; ve bana da, fazla söze de hacet
gerektirmeyen Kafka’dan şu dizeler: Seni
sevip sevmediğimi soruyorsun durmadan, çok güç bunun karşılığını vermek. Mektupla
hiç verilemez. Eğer bu yakınlarda yüz yüze gelirsek “soluğum kesilmezse ”
söylerim ama bu konuda ettiğin her söz etime batan kızgın bir şiş sanki,
yakıyor, geçmiyor acısı gün geçtikçe daha da yakıyor.
● Haftalardır ondan
başka bir şeyden bahsetmez, “bahsedemez” iken; bu gece 1500 kelimedir hiç
bahsetmediğim, bahsedemediğim Fikret... Hem de “aşkını ölse de belli
edemeyeceğini” söylemesinin üzerinden gün geçmeden; Ömer’in çiçeklerinin
dibinde, gözünün içinde, hatta boynunun ucunda(!) bitivermiş olmasına rağmen! Hem
de hala şüphesi olanlarımız için Benoit zamanlarından, mavi saçlarından,
zamanında kırmızı olarak dokuduğu simurg armasından itinayla bahsetmesine
rağmen! Ne şaşırıyorum, ne de yıkılıyorum bunların karşısında çünkü. Çünkü
önemli olan kimin hangi bahçeye nasıl girdiği değil; o bahçeyi kimin yaptığı,
ve kimin koruduğudur görünmez duvarları içinde... Ömer’in görünmez duvarlarını
gördüm ben bugün. O duvarları nasıl itinayla çektiğini; ve duvarlar bir kez
çekildi mi, romantize müziklerin, teatral sahnelerin o duvarları nasıl top
atışına tutamadığını... Varsın, Fiko istiyorsa, istediği kadar görmezden gelebilir.
● 15 Mart’ın ne
anlama geldiğini Ömer’in kendisine anlatmış olacağını düşünen Sinan’a “anlatır
bana...” diyen; “kendisini düşünerek” kızmak, kırılmak, darılmak yerine, “onu
düşünerek” üzülen, hatta içi yanan Defne... Sadece zamanında “bir bildiği
vardır” diyemeyen Ömer’in yapamadığını değil; bizim bile belki kolay kolay
yapamayacağımız şeyi yapıyorsun. Kendinden vermek böyle bir şey işte. Ancak
gönlü çok büyükler yapabilir bunu. Bu yüzden eşsizsin, bu yüzden iyi ki sen o
ışıkları yakmaya gelen sen’sin; Ömer’de o kavakların altında tek başına ağlayan
adam... Bazen karanlıkta, sislerin içinde, soğukta yapayalnız kalmak gerekir,
orada ışıkları açacak, ateşi yakacak, hatta güneşi çıkaracak kişiyi en net
biçimde görebilmek için.
Işığımız da,
ateşimiz de, güneşimiz de hep böyle bol olsun dileğiyle...
Ve sağlıcakla,
inatla sağlıcakla kalacağımız günlere, tüm karanlıklara rağmen....